30 Haz 2010

Zor zanaat..


Milyonlar karşılığında yeni formalarını giyen, yeni şehirlerinde kahramanlar gibi karşılanan, sadece birkaç ay sonra da ellerindeki tek yön biletlerle sessiz sedasız hava alanlarında görüntülenen futbolcuları bilirsiniz. Kanları kimi zaman teknik direktörleriyle, kimi zaman yeni oyun sistemiyle, kimi zaman da şehrin ve takımın kültürüyle uyuşmaz. Kimisi çalışır ama yapamaz, kimisi sadece banka hesabına yatan yeşillerle ilgilenir. Kimisi bunalıma girer evden çıkmaz, kimisi kendini kaybeder eve girmez..

Her yıl onlarca oyuncu bu kadere mahkum olur. Paralar boşa gider, yönetimler değişir, taraftar kahrolur, oyuncu ise “yeniden doğmak” umuduyla başka kulüplere ya da ülkelere yelken açar.. Kimi yeniden doğar, kiminin de adı unutulur gider..

Aklıma gelenleri listeledim.. İbret olsun diye..

Juan Sebastian Veron [Lazio > Manchester United]
Fransa 98’in ardından Parma bombayı patlatmış ve Arjantin Milli Takımı’nda harikalar yaratan Veron’u 15 milyon pound karşılığında kadrosuna katmıştı. Parma’nın ardından şampiyonluk peşinde koşan Lazio da orta sahasını ona emanet etmişti. 2001 yazında ise Manchester United, kendisini süper kupadan eden bu kel adama 43 milyon pound ödeyerek rekorları alt üst etmiş ve kırmızı formayı giydirmişti. Sonrası mı? United’ta geçen inişli çıkışlı iki sezon, ardından görgüsüz Abramovich ile gelen ve çoğunlukla kiralık geçen Chelsea yılları.. Şimdilerde Estudiantes forması giyiyor.. Yeniden doğdu mu peki? Eh, en azından Maradona öyle düşünüyor..

Andriy Shevchenko [AC Milan > Chelsea]
Sergei Rebrov ile birlikte Dinamo Kiev forması altında dünyayı sallayan ve AC Milan tarihine adını altın harflerle yazdıran bu adam, Abramovich’in 75,5 milyon Avro’luk teklifi üzerine sonradan görmeler kulübü Chelsky’ye katıldı. Sonra ne mi oldu? 3 sezonda 50 kez bile çıkamadı sahaya.. Attığı gol sayısı ise toplamda 10’u bulamadı.. Şimdilerde doğduğu takımın formasını giyiyor..

Denilson [Sao Paulo > Real Betis]
Dünyanın en büyük transfer kazıklarından biridir kendisi. Copa America ve Fransa 98’de gösterdiği performans ona İspanya’nın kapılarını açarken 30 milyon Pound’luk bonservis bedeliyle “dünyanın en pahalı oyuncusu” unvanını getirdi. Ertesi sezon Betis küme düşerken, kendisi de “arkadaşlarıyla kavga eden, teknik direktörüne kafa atan, kısacası 2 sezon düzgün oynayıp, para kazandıktan sonra orası burası ayrı oynayan Brezilyalılar” kervanına katılarak unutuldu gitti. Bir ara Manisaspor ilgileniyordu kendisiyle..

Robbie Keane [Tottenham Hotspur > Liverpool]
Keane transferinin teorik olarak riski yoktu. Oyuncu, karakteri oturmuş, kariyeri yerinde, üstelik İngiltere Premier Ligi’nde yıllardır gol atmaya alışıktı. Rafa Benitez onu kadrosuna katmak için 20 milyon Pound ödedi. 20 maçta 5 gol atan ve 2 beraberlik kurtaran bu adam sadece yarım sezon süren rüyasından uyanarak yine evine, Tottenham’a döndü..

Rafael van der Vaart [HSV > Real Madrid]
Hamburg’da büyüyen bu Hollandalı 2008 yazında 15 milyon Avro karşılığında Real Madrid’e transfer oldu. Uzun zaman forma giyemediği takımda bir ara varlığı bile unutuldu. 2009 yazında takımdan ayrılacağı söylentileri ortalıkta dolanırken, vatandaşları Wesley Sneijder, Arjen Robben ve Klaas-Jan Huntelaar’ın “turunculardan arınma” operasyonu sonrasında takımdan gönderilmesiyle tekrar forma şansı buldu. Şimdi bir var bir yok.. Tek gerçek ise Hamburger SV’nin kasasına giren 15 milyon..

Aliaksandr Hleb [Arsenal > Barcelona]
Arsene Wenger’in Stuttgart’tan 15 milyon Avro ödeyerek aldığı Hleb’in, Premier Lig tarihinin en büyük hayal kırıklıklarından biri olmaya adayken nasıl olduğu anlaşılmayan bir şekilde aynı fiyata Barcelona’ya satılmasının hem Arsenal’in mali tablolarını hem de Arsene Wenger’in bozulmaya başlayan uyku düzenini rayına soktuğuna eminim. Barcelona’da 20 kez bile forma yüzü göremeden ilk doğduğu yere Stuttgart’a geri dönen Hleb’in bir daha İspanya ya da İngiltere’ye adım atması ise gerçek bir mucize olur.

Robinho [Real Madrid > Manchester City]
Real Madrid’de 10 numarayı giyen bu yetenekli ama kaypak genç, yavru Chelsky olan Manchester City tarafından takibe alındığında kimse şaşırmadı. Küçük görgüsüzlerin lüzumsuz yüksek teklifine, Real Madrid de fazla direnmeyince 24 milyon Avro’ya alınan genç 42 milyon’a satılmış oldu. Şimdi mi? Santos’a geri döndü elbette. İngiltere’ye ayak basmak istemediğini söylüyor.. Ne kadar şaşırtıcı..

Gaizka Mendieta [Valencia > Lazio]
Valencia’da harikalar yaratan bu efendi adam anavatanından ayrıldığında sudan çıkmış balığa döndü. Kendisi için 48 milyon Avro harcayan Lazio formasını ancak 20 maç giyebilen Mendieta bir ara tekrar İspanya’yı denese de bozulan kimyası ve kaybolan güveni yüzünden tutunamadı. 2008 yılında Middlesbrough forması ile emekli oldu.

Francis Jeffers [Everton > Arsenal]
Hiç kimsenin canı, 2001 yazında bu genç için Everton’a 8 milyon Pound ödeyen Arsene Wenger kadar acımıyordur eminim. Everton’un genç yıldızı ve “ceza sahasındaki tilki” [fox in the box] olarak şöhret yapan bu adamın sakatlıklardan kafasını kaldırabildiği dönemlerde yeşil sahada görüldüğü olmuştu. Gol atamasa da teknik direktörü tarafından çok sevilen ve savunulan Jeffers; Charlton, Rangers, Blackburn derken Sheffield United’a kadar düşmüş durumda.. Allah kurtarsın..

Bosko Balaban [Dinamo Zagreb > Aston Villa]
Çok net hatırlıyorum bu transferi. Leblebi gibi gol atan, genç ve güçlü Balaban’ı alan Villa’yı duyduğumda “vay be,” demiştim, “kaptılar herifi hemen.” Sonrası mı? Malum.. Halen tek sayılı sezonlarda dışarıda (orta seviye takımlarda) çift sayılı sezonlarda ise Dinamo Zagreb’de oynamakta..

“En acıtan 10” listemin dışında kalan ama yine de saygı duyduğum transfer başarısızlıkları da var elbette.. Hadi isim de vereyim; Dinamo Kiev’in Tottenham’a sattığı, ülkemize de gelen Sergei Rebrov, Inter’in hayal kırıklığı olan ve Beşiktaş’ta yeniden doğma yemini eden Ricardo Quaresma, Milan’lı Onyewu ve Juventus’un çifte hayal kırıklıkları Felipe Melo ile Diego..

Tüm bunların yanında Owen, Asprilla, Guivarch, Bramble, Bellamy, Tomasson, Viana, Boumsong, Luque, Smith, Parker, Bowyer ve Butt transferlerine 5 yılda 120 milyon Pound harcayan Newcastle United’ın çektiği acıları anlatmama gerek yok sanırım..

Transfer pek zor zanaat mirim..

28 Haz 2010

"Football is a simple game..."



"Football is a simple game; 22 men chase a ball for 90 minutes and at the end, the Germans always win."

Almanya'ya boyun eğmekten yorulmuş bir isim olan Gary Lineker'in yukarıdaki sözü birçok şeyi açıklıyor aslında..

Başarı garantili Fabio Capello destekli İngiltere’yi dün gece 4 golle geçmeleri hakemin “kör gözüne parmak” pozisyonu kaçırıp tertemiz golü “badem” etmesiyle açıklayanlar olsa da istatistikler bunun bir tesadüf olmadığını gösterir nitelikte..

2010 Dünya kupası hariç son 11 Dünya Kupası organizasyonunun 8'inde ilk üçte yer almayı başaran bir takım Almanya.. İyi oynar, kötü oynar ama hep başarılıdır. Oyunu beğenilmez, "yıldızı yok" denir ama bir şekilde her zaman en üstü zorlar, hiçbir zaman kolay lokma olmaz..

İstatistikler demiştim.. Tablo Şu şekilde:

Dünya Kupası
1966 - Finalist
1970 - Üçüncü
1974 - ŞAMPİYON
1978 - 2. Tur
1982 - Finalist
1986 - Finalist
1990 - ŞAMPİYON
1994 - Çeyrek Finalist
1998 - Çeyrek Finalist
2002 - Finalist
2006 - Üçüncü
2010 - ...

Gruptan çıkamadıkları bir tek Dünya Kupası bile yok..
44 yıldır Çeyrek Final göremedikleri turnuva sayısı sadece 1..
Oynadıkları final sayısı 6..

İnanılmaz değil mi!?

Franz Beckenbauer, Albert Brülls, Lothar Emmerich, Berti Vogths, Gerf Müller, Karh-Heinz Rummenigge, Lothar Matheus, Felix Magath, Rudi Völler, Gerd Müller, Thomas Hassler, Jurgen Klinsmann, Andreas Möller, Andreas Köpke, Oliver Kahn, Michael Ballack, Lucas Podolski, Philip Lahm.. Say say bitmiyor kadro.. Biri emekli oluyor, yerini daha iyisi dolduruyor..

20 yaşında gencecik adamlar düzenli olarak Bundesliga'da üst sıraları zorlayan ya da şampiyonluklar yaşayan takım kadrolarında ilk 11'de oynuyor.. Adam 25 yaşına geldiğinde ortalama bir futbolcudan en az 2 kat daha fazla maç tecrübesine sahip hale geliyor.. Kontratları en az 5'er yıllık, kariyer planları önlerinde.. Hocaları eski futbolcular, ilahları ve milli kahramanlar.. Sistemleri belli, kimin nerede ne zaman oynayacağı ve formayı nasıl kaybedecekleri açık.. Üzerlerinde baskı az belki de hiç yok.. Çünkü onlar gençler ve ancak hata yaparak daha iyiye ulaşabileceklerini hem kendileri hem de hocaları gayet iyi biliyor..

Yine de sistemden ve disiplinde taviz yok, tölerans yok..

Sonuç mu? Kusursuz başarı..

Kısacası, atıp tutmakla olmuyor.. Hareket lazım.. Gençlere forma vermek, önlerini görmelerini sağlamak lazım.. Korkmamak lazım.. Eleştirirken insaflı olmak, sorumlulukları daha 16’sında aşılamak lazım..

Not 1: 2010 Dünya Kupası'nda bir yıldızın doğumuna şahitlik ediyoruz.. Thomas Müller.. 20 yaşında.. 10 yıldır Bayern München kadrosunda.. 20 yaşında Bundesliga'da 40 maçını tamamlamış.. Milli Takımda harikalar yaratıyor..

Not 2: Lineker'in lafı üzerine "1999 şampiyonlar ligi finali ne olacak peki" diyenler için: United'ın golleri 91 ve 94'te geldi.. 90. dakika bittiğinde Bayern 1-0 öndeydi :)

25 Haz 2010

Turnuva bereketi?


Güney Afrika'da çok fazla yeni yıldızın doğumuna şahit olmasak da büyük transferlere konu olabilecek birkaç oyuncu gördük şükür..

Ha bu adamlardan kim "yıldız" olacak peki derseniz kıt bilgimle 3 isim sayabilirim ancak.. Krasic, Hamsik ve Müller.. (En çok Müller'i beğendim ama.. Güçlü, akıllı, hızlı, teknik ve henüz 20'lerinin başında! Helal olsun Löw'e..)


Gözüme çarpanlardan kurduğum 11:

Vincent Enyeama (Nijerya / Hapoel Tel Aviv)

Martin Caceres (Uruguay / Barcelona)
Kornel Salata (Slovakya / Sloven Bratislava)
Rafik Halliche (Cezayir / Benfica)

Marek Hamsik (Slovakya / Napoli)
Milos Krasic (Sırbistan / CSKA Moskova)
Luis Suarez (Uruguay / Ajax)
Thomas Müller (Almanya / Bayern Munchen)

Keisuke Honda (Japonya / CSKA Moskova)
Nassim Ben Khalifa (İsviçre / Wolfsburg)
Asamoah Gyan (Gana / Rennes)

Yeni Beckham'ların keşfi umudumu EURO 2012'ye saklıyorum..

*Bakalım bu listedeki kaç oyuncu milyon avrolar karşılığında sözleşme uzatacak veya transfer olacak.. Eylül'de görüşelim..

Devler de ağlar..


1999 Mayıs’ında, İzmir Bostanlı’daki evimizin arka odasında yepyeni 37 ekran televizyonumun karşısına kurulmuş heyecanla maçın başlamasını bekliyordum. Avrupa’nın en büyüğü 90 dakika sonra belli olacaktı..

Futbolun en kutsal tapınaklarından birinde, Camp Nou’de Peter Schmeichel, Gary Neville, Roy Keane, David Beckham, Ryan Giggs, Andy Cole, Dwight Yorke, Paul Scholes ve eski kartal Ronny Johnsen’e karşı Oliver Kahn, Lothar Mattheus, Marcus Babbel, Stefan Effenberg, Carsten Janker, Alexander Zickler, Hasan Salihamidzic ve Mehmet Scholl! Deha Alex Ferguson’a karşı General Ottmar Hitzfeld! Tribünlerde 90.000 kişi! Orta yuvarlakta “uzaylı” Pierluigi Collina! Aman yarabbi! Maça gel!

Manchester United ile Bayern Munchen aynı grupta yer almıştı. İki maçta birbirlerine toplamda 5’er gol atmış ama yenişememişlerdi. Bayern grubu lider tamamlayarak, United ise en iyi ikinci unvanıyla bir üst tura çıkmıştı. Bayern, göreli olarak daha kolay rakipleri Kaiserslauten ve Sheva’lı Dinamo Kiev’i elerken United İtalyanların canını yakmış ve önce Inter, ardından da Juventus’u saf dışı bırakmıştı.

Final maçına gelindiğinde United’ın iki kozu deli kaptan Roy Keane ile Paul Scholes cezalıydı. Almanlar ise tam kadro sahadaydı. Maçın hemen başında Mario Basler’in serbest vuruştan attığı gol final meşalesini tutuşturmuştu. United bastırıyor ama Lothar Mattheus önderliğindeki 5’li savunmayı aşamıyordu.

İkinci yarı başlar başlamaz Janker, Schmeichel ile karşı karşıya kaldı ama Dev Viking gole izin vermedi. Dakikalar 90’ı gösterdiğinde Janker tekrar sahneye çıktı ve Schmeichel’ın üzerinden aşırttığı top direğe takıldı.

Maçta 3 dakika uzatma olduğunu gösteren tabela yükseldiğinde, takımları az önce net bir gol kaçıran Bayern taraftarları meşalelerini yakmaya, kupa ise Bayern Munchen için süslenmeye başlamıştı.

90. dakika dolup 91.’sinden yemeye başladığı sırada David Beckham köşe vuruşunu kullanmak üzere topun arkasına geçti. Ortaladığı top rakip ceza sahasında gol arayan Schmeichel’ı aşıp 70. dakikada oyuna giren “Teddy Bear”’in önüne düştüğünde ve saniyeler sonra Kırmızı Şeytanlar gol sevinci içinde orta yuvarlağa koşmaya başladığında tarihin en büyük geri dönüşlerinden birinin fitili ateşlenmiş oldu.

80. dakikada oyuna giren “süper yedek” Ole Gunnar Solksjaer 92:30’da yine David Beckham’ın kullandığı kornere ayak koyup skoru 2-1’e getirdiğinde ise zaman durdu, dünya tersine döndü! Az önce sus pus oturan üzgün İngiliz taraftarlar coştu, kutlamalara başlayan Almanlar ise tarifi mümkün olmayan bir hayal kırıklığı ile baş başa kaldı.

30 saniye sonra maç bittiğinde İngilizler sahada dans ediyor, büyük kaptan Oliver Kahn ve takımı ise hüngür hüngür ağlıyordu.

Bunca yıldır futbol tutkunuyum, sayısız maç izledim böyle inanca şahit olmadım. Onlarca geri dönüşe şahit oldum böyle destansı bir savaş görmedim. O kadar ağlayan futbolcu gördüm, hiçbiri Kahn’ın gözyaşları kadar koymadı. (Uslanmaz bir İngiliz futbolu hayranı olarak United’ı desteklediğimi söylememe gerek yok sanırım.)

Canım annem iyi ki almış bana o 37 ekran Vestel’i.. :)

-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-

Lüzumlu / lüzumsuz bilgiler:

  • Maçtan sonra “Deha” Alex Ferguson, “Sir Alex Ferguson” oldu.. Peter Schmeichel, “bu kadar heyecan yeter” diyerek Portekiz’in yolunu tuttu. Dünya da David Beckam’ına ve turnuvada gol kralı olan Andry Schevchenko’suna kavuştu..
  • Ronny Johnsen, Norveç’ten Beşiktaş’a transfer olduktan sonra risksiz ve “kemik” gibi oyunuyla dikkatleri üzerine çekip 1996 yaznda 1,2 milyon pound karşılığında ada’ya adım attı. United formasını 6 yıl terletti, 4 lig şampiyonluğu bir de şampiyonlar ligi şampiyonluğu yaşadı. 61 kez milli olan Ron, Aston Villa, Newcastle United ve son olarak da Valerenga formalarını terlettikten sonra 2008 yılında emekli oldu.
  • Turnuvada ülkemizi temsil eden Galatasaray; Rosenborg, Juventus ve Atletico Madrid’le birlikte yer aldığı grupta 8 puanla 2. oldu ama o dönemki sistem gereği en iyi iki ikinciden biri (United ve Real Madrid) olamadığı için bir üst tura çıkamadı..

Peter the God


Yoldan geçen 100 futbol tutkununa, “yeşil sahaların Viking’i kimdir arkadaş?” diye sorsam en az 70’inden aynı cevabı alacağımdan eminim..

1,93 metre boyunda 100 kilogram ağırlığında sarı saçlı mavi gözlü dev.. Ceza sahası içinde terör estiren, önünde oynayanları canından bezdiren, forvetlerin uykularını kaçıran, Dennis Bergkamp’ın bile penaltısını kurtaran adam.. United tarihinin en sevilen simalarından, kulübün belki de elinde tutamadığı tek adam.. Peter Boleslaw Schmeichel..

Sadece United'da 5 Lig Şampiyonluğu, 4 Charity Shield, 3 Federasyon Kupası, 1 Lig Kupası, 1 Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu ve 1 de Süper Kupa kazanan bu adamdan ve kariyer istatistiklerinden bahsetmenin alemi var mı?

Alpay Özalan bir keresinde onun için, “korkuyorum,” demişti. Takım kamplarında defans oyuncularını toplayıp, “biz ayrı bir takımız,” demesinden ve verdikleri gol pozisyonlarının ardından attığı fırçalardan dolayı böyle demiş olma ihtimali var sanırım :) Nasıl korkmasın ki? Televizyon başında izlerken bile ürkütüyordu beni.. Stam’ı bile çocuk azarladığını hatırlarım.. Hey gidi be.. Stam’ı pıstırabilen başka bir iki ayaklı tahayyül edemiyorum!

United’ın onun ardından Fabien Barthez, Nick Culkin, Paul Rachubka, Ben Foster, Tomasz Kuszczak, Mark Bosnich, Massimo Taibi, Andy Goram, Roy Carroll, Raimond Van Der Gouw, Ricardo Lopez, Tim Howard ve Edwin van der Sar’ı kalede denemesi ve bu güruhtan sadece Barthez ve van der Saar’dan göreli olarak verim alabilmiş olması tesadüf müdür sizce?

Şimdi oğlu Kasper’i bekliyoruz ailecek.. (FM'de fena olmuyor genco :)

Son dan bir önceki not: izlemeyeniniz varsa Discovery Channel arşivinden "Dirty Jobs with Peter"'ı bulun ve izleyin..

Son not: http://www.youtube.com/watch?v=ppTfKVr45vM izleyin anacığım.. İzleyin de kaleci görün!

24 Haz 2010

Bir turnuva, 6 ders..


1992 yılında Danimarka Avrupa Şampiyonası elemelerinde başarılı olamamış ve turnuvaya katılım hakkı elde edememişti. Bu esnada 1991 yılında başlayan ve 4 yıl süren "Yugoslav Savaşı" iyiden iyiye alevlenmişti. Birleşmiş Milletler müdahalesinin ardından Yugoslavya turnuvaya katılmaktan men edilirken aynı eleme grubunda 2. olan Danimarka turnuvaya davet edildi.

Danimarka’nın daveti aldığı esnada kampını dağıtmış olduğu ve futbolcuların plajdan toplandığı, hatta ağabey Laudrup’un tatilini yarıda kesmek istemediği için turnuvaya katılmadığı futbol tarihinin en büyük şehir efsanelerinden biridir zira Danimarka Milli Takımı’nın davet aldığı dönemde, turnuvada boy gösterecek olan takımlarla hazırlık maçları yapmak üzere bölgede olduğunu birden fazla kaynaktan kendi ellerimle teyit ettim.. Üstelik, takımın yıldızı ve kaptanı “aziz” Michael Laudrup’un ise tatilini kesmemek için değil, bu gruptan çıkamamaları üzerine milli takımı bıraktığından dolayı (ki sonra geri döndü, EURO 96’da izledik kendisini) kafilede olmadığını söylemeye gerek bile yok..

8 takımın katıldığı turnuvada ilk grupta “kardeş” ve “ev sahibi” İsveç ile aynı grupta olan Danimarka, İsveç’in İngiltere’yi yenmesi ile kendini çeyrek finalde buldu. Karşısına dikilen Gullit’li Rijkaard’lı, Koeman’lı, Van Basten’li Hollanda’yı penaltılarla geçtikten sonra finalde Almanya’yı 2-0 yenip kupaya uzandı..

Şimdi gelelim çıkarılacak derslere:
1.Büyük turnuvalarda “olmaz” diye bir şey yoktur.. Elbette uçmamak gerek ama dengeli ve erişilebilir hedeflerle yola çıkmak bir sonraki adımı hazırlar, ufku açar..

2.Sırtını dayayabileceğin iyi bir kalecin varsa sorunların yarısını halletmişsindir.. Hele hele kaleni Peter the God’a emanet etmişsen 2-5-3 taktiğiyle bile oynayabilirsin..

3.Takımının yıldızı seni yarı yolda bıraksa bile inanıyorsan yaparsın.. Neticede yıldız dediğin de bir insandır ve ömrü, ayak bileğine yiyeceği sıkı bir darbe kadardır..

4.Rakibinin Klinsmann'ı, Riedle'si, Brolin'i, Rijkaard'ı varsa senin de mangal gibi yüreğin olmalı.. Korkularınla yüzleşip, onların da insan olduğunu içine sindirirsen Marco van Basten’in penaltı kaçırıp seni finale uğurladığına şahitlik edebilirsin.

5.İngiltere asla kazanamaz. (maalesef)

6."İskandinav dayanışması" bir Eurovision terimi değildir.

ÖDÜLLÜ SORU!
Bu turnuvaya ülkemizden katılan bir tek oyuncu vardı.. Kimdi bu adam?

Yine kendi asistime koşuyor ve cevabı yapıştırıyorum! O zaman 31 yaşında olan ve Trabzonspor forması giyen defansın göbeğinde oynayan Danimarkalı Lars Olsen!
Heheyt! Gelsin pötibörler..

23 Haz 2010

Fowler! Robbie Fowler!


Bazı adamlar vardır, formalarıyla bütünleşir. Takımından ayrılsa bile seyircisinden kopamaz.. Başka formalar terletse de gözü, kulağı, yüreği yuvasındadır..

Elbette ki Manchester'dan kalkıp İstanbul'daki Şampiyonlar Ligi Finali'nde sessiz sedasız gelen, taraftarın arasına karışıp onlarla çılgın gibi tezahürat yapan deli aşıktan, kraldan, tanrıdan, Robbie Fowler'dan bahsediyorum..

Doğduğu kentin mavi yakasına aşık olan 1975 model bu golcü “Merseyside Blue” cenahında çeşitli okul takımlarında oynadı. 10 yaşına geldiğinde Liverpool tarafından keşfedildi ve genç takıma dahil oldu. Bir Everton taraftarı olarak Liverpool’a soğuk bakıyor olsa da bu donuk hissiyatın yerini ölümsüz bir aşka bırakması uzun sürmedi..

17 yaşında profesyonel oldu, 2. maçında ilk gol, 5. maçında ise ilk hat-trick sevincini yaşadı. 1994-1995, 1995-1996 ve 1996-1997 sezonlarında her sezon ortalama 30 gol atmak gibi insanlık dışı bir rekora imza attı. Taraftarlar ona taptıkça, o da en iyi olduğu şeyi yaptı, gollerini ardı ardına sıraladı.. [Arkasında oynayan ve Liverpool’un efsanevi “şeytan üçgeni”nin diğer iki köşesi olan Stan Collymore ile Steve McManaman’ın da hakkını yememek gerek bu noktada..]

2 kez üst üste yılın genç oyuncusu seçildi, takımına 2 Lig, 1 Federasyon ve 1 UEFA kupası bir de süper kupa kazandırdı. Kırmızı forma içinde 9. yılını doldurduğunda toplam 120 golde adı vardı.

Fowler sadece “leblebi gibi” gol atan bir adam değildi. Hırçın olmamakla birlikte Eric Cantona karizmasına sahip bir lider, bir ilham kaynağıydı.

David Seaman’ın sebep olduğu bir penaltının ardından hakeme “kendisinin düştüğü ve pozisyonun penaltı olmadığı” yönünde itiraz eden adamdı Fowler.. (Bu hareket kendisine Fair Play ödülünü getirmiştir ama bu ödülü futbol tarihimizin en hırçın topçularından biri olan Alpay Özalan’ın da almış olması ayrı bir ironidir elbette.) Everton taraftarının kendisini kokainman ilan etmesine cevaben, attığı bir golün ardından aut çizgisine kokain muamelesi yapan ve on binlerce kişiye cevabını tokat gibi yapıştıran da oydu.. Dockers çalışanlarının grevine yeşil çimler üzerinde göğsünü gere gere destek veren, satın aldığı yarış atlarına “some horses” ve “another horse” adını verecek kadar fırlama olan, bunların yanında 1995 sezonunda yine bir Arsenal maçında 4 dakika 33 saniyede 3 gol atabilecek kadar yetenekli olan bir tek o vardı..

Gerrard Houllier’le anlaşamayıp Liverpool’dan ayrılmak zorunda kalsa da, takım takım dolaştıktan sonra Anfield Road'a geri dönüp aradığını bulamasa da, şimdilerde Avustralya’da top koşturuyor olsa da o hala “tanrı” ve kullarının aklı onda, onun da gönlü hala Anfield Road'da..

Kırmızı başka kimseye sana yakıştığı kadar yakışmıyor be adam!

Kopite korosu sizin için seslendiriyor!

When the ball hits the net
Its a fairly safe bet that its Fowler
Robbie Fowler

And When Liverpool score
You will hear the Kop roar "Oh, its Fowler
Robbie Fowler"

Ian Rush, Roger Hunt
Who's the best man up front? "Oh, its Fowler
Robbie Fowler"

He's the King of the Kop
He's the best of the lot
Robbie Fowler!
Robbie Fowler!!

Türkiye'de Newcastle United Taraftarı Olmak..


İngiltere’nin kuzeyinde aksi mümkün olmasa da ülkemizde bir garip bakarlar adama, "abi ben Newcastle'ı destekliyorum," diyince..

Türkiye'de bir Newcastle United taraftarı olmak, çevrenizdekilerin "lan hasta mısın b*k mu var Newcastle'da" temalı cümlelerini dinlemek zorunda kalmaktır.. Takımınızın haberlerini sadece internetten takip edebilmek, canlı yayın programlarında yer almamayı ve buna içerlememeyi öğrenmektir..Spor mağazalarına girip, "Hocam, Newcastle United'ın deplasman forması var mı?" diye sorduktan sonra görevlinin garip bakışlarına dik dik bakarak karşılık vermektir.

Manchester United, Liverpool, Arsenal ve Chelsky'nin art arda gelen başarılarına uzaktan bakmaya alışmak, ligde fırtına gibi esen Robert Martin Lee, Steve Howey, Ian Rush ve Faustino Asprilla'lı kadroyu çılgınlar gibi özlemektir.. Britanya topraklarında yürümüş en büyük golcü olan Alan Shearer'ı ve anısını yüreğinde yaşatmak, onun gül yüzünü televizyonda görünce istemsizce gülümsemek, Sir Bobby Robson'ın vefatıyla karalara bürünmektir.. Ruud Gullit'i öfkeyle anmak, Mike Ashley & Derek Llambias ikilisinin soy ağacına çalışıp yaratıcı küfürler yaratmaktır..

“Goal” filmiyle coşmak, sokakta kendi kendine “santiaaagoo santiiaaaagooo oleee oleeee oleee” diye mırıldanarak dolanmaktır. "Failure United" olarak anılsa da takımına inanmak, “King Kev”’in askerleri olarak "Always Coca Cola" diyen kendini bilmezlere göğsünü gere gere "geri geleceğiz!" diyebilmektir.. Yenilmek ama yılmamak, perişan olmak ama yine de inanmaktır..

İngiltere'nin en güzel stadyumlarından birine sahip olan takımıyla her şeye rağmen gurur duymak ve uzaktan uzağa da olsa her hafta 52.387 koltuğun dolduğunu bilerek mutlu olmaktır.. Takımın kazandığı son üst düzey kupa 1969 yılında olsa bile "güzel günler göreceğiz, güneşli günler" diyebilmektir..

Bir gün Shearer's Bar'da koca bir bardak Brown Ale içtikten sonra St. James' Park'ta bir maç izleyebilmek, taraftarla kaynaşabilmek, tezahüratlara eşlik edebilmek hayaliyle yanıp tutuşmaktır..

Bu satırları yazarken tüylerin diken diken olmasıdır Newcastle United taraftarı olmak..

İnanmaktır kanadı kırık saksağana.."Sevinmek için sevmedik" felsefesini iliklerine kadar yaşamaktır..

BLACK ULAN!

Il Mostro



18 yıllık bir kariyer.. Giyilen 14 takım forması.. Maç başına 0,52 gol ortalaması.. Kazanılan sayısız kupa ve şampiyonluk.. Asi bir ruh ve Heavy Metal tutkusu.. Huzurlarınızda Christian Vieri!

İtalyan bir baba ve Fransız bir anneden dünyaya gelen 1,86 metre boyundaki güçlü forvet, Avustralya’da geçirdiği çocukluk yıllarının ardından ana vatanına dönerek Prato forması giydi.. Ardından Torino’ya geçip “ben buradayım” diye haykırdı Serie A’ya..

Huysuz ve agresif yapısıyla tanınan, güçlü fiziği ile hırsını birleştiren, sağı süründüren solu öldüren, ayağından top almanın neredeyse imkansız olduğu bu iri yarı adam, 5 yıl içinde bir başka efsanevi forvet Hırvat Alen Boksic ile birlikte Juventus’ta krallığını ilan etti.. Siyah beyaz çubuklu formaya kavuşmadan önce Pisa, Ravenna, Venezia ve Atalanta formalarını terletti..

Teknik direktörlerin boyunduruğu altıda rahat edemediğini her fırsatta söyleyen ve bu özelliğiyle çok da övünmediğini belirten “il mostro” 1 sezon kaldığı Juve’den sonra Atletico Madrid, Lazio, Internazionale, Milan, Monaco, Atalanta, Fiorentina tekrar Atalanta formaları giydi.. Kariyerinin en mutlu ve en gollü dönemini Massimo Moratti’nin kendinden geçip Lazio’ya 40 milyon pound’u saymasının ardından 1999-2005 arasında lacivert siyah forma içinde, Internazionale’de geçirdi. 1999 yılında "Dünyanın En Pahalı Futbolcusu" olan kral, 2009 yılında emekli olduğunu açıkladı.

Enteresan bir adam Vieri. Bir bakıyorsunuz sırf inat uğruna teknik direktörüne diklenip takımdan kovuluyor, bir bakıyorsunuz sırtına tırmanan üç Güney Kore’liye rağmen kafayı çakıp takımını öne geçiriyor.. Bir bakıyorsunuz akıllara ziyan bir mankenle kumsalda oynaşıyor, bir bakıyorsunuz sadece şaka olsun diye Filippo Inzaghi’nin dudaklarına yapışıyor.. Dövmeleriyle moda yaratıyor, ettiği küfürlerle gazetecileri çıldırtıyor. Fiziğiyle kadın dergilerine kapak oluyor, soyunuyor “ne yapıyor bu adam kendini bitiriyor” diyenlere cevap olsun diye gidip La Liga’da gol kralı oluveriyor..

Kim ne derse desin, ne kadar çok takım gezerse gezsin, ne kadar dik kafalı, ne kadar huysuz olursa olsun İtalya’nın tek kralıdır “Bobo Vieri”. Hep bildiğini okumuş, burnunun dikine gitmiş ama asla egosunun esiri olmamıştır..

Çok özledik be abi!

Not: 2005 yılında Lecce filelerine bıraktığı golün ardından Inter’deki 100. golü şerefine sahanın ortasında tacını takıp krallığını da ilan etmiştir bunu atlamamak gerek..

22 Haz 2010

Ex vs Next?


Bir süredir düşünüyorum.. Son 10 yılda emekli olan futbolcularla şimdikiler kapışsa ne olur diye..

Çalakalem 2 takım oluşturalım:

EMEKLİLER TAKIMI

Peter Schmeichel

Lilian Thuram
Jaap Stam
Paulo Maldini
Christian Ziege

Edgar Davids
Zinedine Zidane
Dennis Bergkamp
Pavel Nedved

Alan Shearer
Gabriel Batistuta

MİLYORLAR TAKIMI

Gianluigi Buffon

John Terry
Carles Puyol
Nemanja Vidic
Sergio Ramos

Xavi - [Iniesta]
Steven Gerrard
Lionel Messi
Cristiano Ronaldo

Fernando Torres - [Zlatan]
David Villa - [Drogba]

güzel maç olur be! :)

Peki ya Joga Bonito?


Joga Bonito ölmüş de gömeni yok.. Hevesle bekledim Haziran’ın gelmesini ama içimden maç izlemek gelmiyor? Vuvuzela bir yandan Üründülzela diğer yandan vuruyor.. Sesi kısıp izleyeyim diyorum maçları o da olmuyor. Saçma sapan oyunlar var sahada.. Hadi Cezayir-Slovakya maçını anlarım.. Fazla bir beklentim yok zaten onlardan.. Ulan İngiltere sana ne oluyor? Peki ya Hollanda? Almanya? İtalyanların tarzını zaten sevmem ama onlar bile daha kötü oynamayı başarıyorlar.. Aklım almıyor..


Düzgün top oynama gayreti içindeki takımlar Güney Amerika’dan çıktı bu turnuvada.. Dunga, gevşek oğlu gevşek Brezilya’ya ciddiyet getirmiş belli. Robinho, Kaka hatta Elano bile koşuyor.. Maradona, taktik bilgisi olmasa da ilhamla oynatıyor takımını.. İlginçtir Paraguay coşuyor, coşturuyor.. Daha önce neden izlemedim bu adamları diye kendime kızıyorum.. Feci.. Şili’yi ise yoğurda doğrasan cacık olmaz durumda.. Zamorano takla atıyodur oturduğu yerde.. Honduras’ı ağzıma almıyorum bile.. Kontenjan dolsun diye fasulye usulu almışlar kadroya.. Rezalet..


Bu rezalete ek olarak bir de enteresan bir topçu modeli türedi.. Bunlardan hep vardı piyasada ama üç beş taneydi.. Şimdi moda oldular.. Biri teknik direktörünün validesini sıvar, öbürü göğsüne gelen dirsek üzerine böbrek üstü bezi spazmı geçirircesine kıvranıp debelenip rakibini attırır, diğeri elle kolla goller atar.. (Bu arada; beter ol Fransa! Shay Given’ın laneti üzerinize olsun!!)


Yetmedi mi?? Yeni moda çerçevesinde atan yatmaya kalkıyor, sonra yatan da yiyor bir tane.. tam şenlik.. 1-0; 1-1.. içim kurudu..


Cantona’yı salasım geliyor sahaya.. Futbolun erkek oyunu olduğunu hatırlatsın, ofsayt taktiği yapanın kaşını açsın, kapananın dişini kırsın diye.. Hırsına yenik düşüp rakibine kafa göz dalsın, ayağının dışıyla topları kessin, güzel futbol nasıl oynanır alem-i cihana göstersin diye..

+Can you beat this?



Ödüllü soru:

Bu dünyada Kuzey Kore, Honduras, Cezayir, Slovenya, Güney Afrika, Yeni Zelanda milli takımları olmazsa ne kaybederiz?

Kendi asistime koşayım; hiçbir şey! Ey FIFA! Şu lüzumsuz “kontenjan” olayını kaldır.. Böyle giderse Dünya Kupası’nın akıbeti Intertoto’ya benzeyecek.. Doğru cevabı da verdim, huzur içinde "browni intense" ile desteklenmiş çayıma döneyim...

Angel of the North



1970 doğumlu bir adam.. 18 yaşında Southampton forması giymeye başladı.. 17 yaşında Arsenal’e karşı attığı 3 gol ismini adaya duyurmasını sağladı. Gücü, golü koklama yeteneği, çalışkanlığı ve karakteri onu 1992 yılında Blackburn Rovers’a taşıdı. 1994-95 sezonunda attığı 34 gol Rovers’ı şampiyon, kendisini de Kuzey İngiltere’nin efsanesi yapmaya yetti..

Aynı sezon sonunda Avrupa’da yılın futbolcusu seçildi. Ertesi sene ligde yine gol kralı oldu. Euro 96’nın gol krallığını da bırakmadı.

1996 yılında kral, evine, doğduğu, aşık olduğu topraklara ve formaya kavuştu. Real Madrid ve Manchester United’ın tekliflerini geri çevirip üzerine siyah beyaz çubuklu formayı geçirdiğinde yer yerinden oynadı. Newcastle United'ın Blackburn Rovers'a ödediği 15.000.000 pound o zamana kadar bir oyuncu için ödenmiş en yüksek bonservis bedeli olarak tarihe geçti..

Transferinin ardından İngiltere Milli Takımı’nda kaptanlığa atandı. Yine yılın futbolcusu seçildi. Sonraki 10 yılda sayısız gol attı..

Yıllar geçtikçe sağ dizi onu zorlamaya başladı. Birkaç büyük sakatlık yaşamasına ve aylarca formasından uzak kalmasına rağmen gollerine devam etti. Kariyerinin son günlerinde 201. golünü atarak Newcastle United tarihinin en büyük golcüsü oldu.


Newcastle United formasını giydiği 395. maçta (Sunderland, 17.04.2006) 206. golünü attıktan sonra sağ dizi iflas etti. Sezon sonunda futbolu bırakacağını açıklamıştı.. Sezonun son maçında taraftarı önünde Chelsea’ye de gol atarak veda etmek istiyordu. 3 maç daha dayanamamıştı dizi.. Gözyaşları içinde sahayı terk ederken St. James’ Park, kralını ayakta alkışladı. Sonraki açıklamalarında “Sunderland maçında dizimden gelen sesi duyduğumda her şeyin bittiğini anladım,” dedi.

Jübile maçında dizinde buz torbası vardı. Sakatlığı tüm maçı oynamasına engeldi ama gol atmasına değil. Celtic’e karşı Shearer’s Eleven sahadaydı ve başlama vuruşunu Alan Shearer yaptı. 2-2 devam eden maçın son anlarında Newcastle United’ın kazandığı penaltıyı gole çevirmek için oyuna girdi ve sahadaki futbolcular dahil olmak üzere 52.500 kişi hüngür hüngür ağlarken tebaasını klasikleşmiş sevinciyle son kez selamladı. [Emre Belözoğlu da o gün sahadaydı]

O bir futbol ilahı. Britanya topraklarında yürümüş en büyük golcü ve en büyük kaptan. İlham veren kişiliği, klasikleşmiş gol sevinci ve takımına, şehrine duyduğu aşk ile devleşmiş bir insan.

THANKS FOR 10 GREAT YEARS!

Hey gidi 96..



Muhtemelen izlediğim en iyi turnuvaydı Euro 96.. Sebebi Türkiye olarak ilk katıldığımız Avrupa Şampiyonası olması değildi ama. Evimize gol atamadan dönmüş olmamıza rağmen güzel bir macera olsa da bu turnuvayı benim için özel kılan şey, oyun tarzıyla ilham veren birçok oyuncunun İngiltere'de filizlenmiş olmasıydı..

Hem Hagi, Stoichkov, Guerin, Djorkaeff, Donadoni, Möller, Zubizaretta, Klinsmann, Deschamps gibi kariyer ve isim sahibi futbolcuları izlemek hem de Zidane, Shearer, Poborsky, Nedved, Reiziger, Kluivert, Henchoz, Dugarry, Nesta gibi yıldızların doğuşuna tanıklık etmek eşsiz bir keyifti..

Neler olmuştu turnuvada?

İngiltere, Hollanda ile birlikte İskoçya ve İsviçre'nin içinde bulunduğu gruptan rahatlıkla çıkmıştı. İnsanlar Blackburn Rovers'ın genç forveti ve son maçta Hollanda filelerine 2 gol birden bırakan Alan Shearer'ı fark etmeye başlamıştı..

Fransa ile İspanya ilham veren oyunlarıyla turnuvaya renk katan Penev'li, Kostadinov'lu, Ivanov'lu, Letchkov'lu ve elbette Stoichkov'lu Bulgaristan ile turnuvanın hayal kırıklığı Romanya'yı geçmişti..

Tarihin en güçlü kadrolarıdan birine sahip olan Almanya ile turnuvanın en büyük sürprizi Çek Cumhuriyeti, İtalya ve Rusya'yı saf dışı bırakırken tüm dünya Karel Poborsky'nin "bizi küçümsemesinler, bu takım kupayı alacak" demecine gülüyordu..

Portekiz ve Hırvatistan da içinde bulunduğumuz grupta son şampiyon Danimarka'yı ve bizi saf dışı bırakarak bir üst tura çıkmıştı. Alpay'ın Goran Vlaovic'e takmadığı çelme ve Portekiz'in savunmasının göbeğinde görev yapan Fernando Couto'dan yediğimiz kafa golü aylarca konuşulsa da elimizde kalan tek şey Alpay'ın aldığı Fair Play ödülü olmuştu..

Çeyrek finalde ev sahibi İngiltere penaltılarla İspanya'yı, Almanya Boksic ve Suker'in Hırvatistan'ını, Fransa gencecik Hollanda'yı (penaltıyı Seedorf kaçırmıştı dün gibi hatırlarım) Çek Cumhuriyeti de Portekiz'i elemişti. (böylece grubumuzdan çıkan takımlar çeyrek finalde badem olmuştu)

Yarı finale gelindiğinde hala orada nasıl olduğu anlaşılamayan bir Çek Cumhuriyeti vardı.. Old Trafford çimlerinde Fransızlarla kapışan bu genç adamlar 0-0 biten maçın ardından penaltılarla isimlerini finale yazdırmanın sevinci ve şaşkınlığı içindeydi..

Wembley'de ise bir dram yaşanıyordu. Alan Shearer daha 3. dakikada Almanya filelerini havalandırmış ve gol krallığını ilan etmişti. Şov sürerken Beşiktaş forması giyen Stefan Kuntz İngilizleri susturmuş ve yine penaltı atışları sonucunda (yanılmıyorsam Southgate kaçırmıştı) takımını finale taşımıştı.

Ev sahibi elenmişti ve Gary Lineker yine haklı çıkmıştı. Futbol 90 dakika oynanan ve sonunda hep Almanların kazandığı bir oyundu. Tamam Almanlar finaldeydi ama Çek Cumhuriyeti neydi yahu?

Final maçını hatırladıkça hala tüylerim diken diken olur..

Bir tarafta Köpke, Sammer, Hassler, Moller, Klinsmann, Bierhoff, Helmer, Basler ve Ziege; diğer tarafta Smicer, Poborsky, Nedved, Nemec, Kuka ve tabii ki Kouba..

Golsüz geçen ilk yarının ardından 60. dakikada Berger rüyayı gerçek kılma adına ilk adımı attı (o anda Karel Poborsky'nin ilk tur maçlarından sonra yaptığı açıklamalara gülenlerin yüzlerini görmek isterdim açıkçası) ancak 73. dakikada Bierhoff umutların katili oldu.. Altın gol yine Bierhoff'tan geldi ve kupa Almanya'nın oldu..

Bu kadar kaliteli kadroları bir daha hangi turnuvada izleyebileceğiz bilmiyorum ama o günün futbolunu özlüyorum açıkçası.. Rakibine kart göstertmek amacıyla çimlerde yuvarlanan şarlatanlar yoktu Euro 96'da.. Saçma sapan hakem hataları yoktu.. Genç yıldız adayları ve yıldızlar vardı.. Ego yoktu.. Teknik direktörüne küfreden futbolcular yoktu.. Sadece futbol vardı..

Özledim ulan..