13 Ara 2010

Tevez Meselesi..

Neredeyse her transferi olay olan, mahkemelere düşen Carlos Tevez'in takımdan ayrılmak istediğini Manchester City kulübüne yazılı olarak ilettiği doğrulandı. Bu gelişme üzerine Manchester City yönetimi bu "uygunsuz" ve "zamansız" talebin reddedildiğini ilan etti.

Tevez halinden memnun görünüyor..
West Ham'ı "küçük" bulan, Manchester United'ta "önünü göremeyen" ve son olarak da Manchester City'de "hak ettiği ücreti almadığı"nı savunan Tevez konusunda yaşanacak gelişmeler ilgi çekici olacak zira, City yönetiminin bugün yaptığı açıklama karşısında Tevez'in menajeri "iyileştirilmiş bir sözleşme" talebini yineledi.

Bu talebin esas sebebinin Carlos Tevez ile Roberto Mancini arasındaki soğukluk olduğu ve 4 Aralık tarihinde oynanan Bolton Wanderers maçında kenara alınmasının bardağı taşıran son damla olduğunu söyleyenlerin sayısı da az değil.

Tevez'in Manchester City ile halen 3,5 yıllık bir sözleşmesi olduğunu ve haftalık 150.000 Pound (Yaklaşık 355.000TL) kazandığını, üstelik Manchester City kadrosundaki en yüksek maaşlı oyuncu olduğunu da hatırlatmakta fayda var.

Bakalım sonradan görme City ile huzursuz kaptanı arasındaki itiş kakış nasıl son bulacak..

Merakla ve heyecanla bekliyoruz.

Not:
Manchester City yönetimi tarafından yapılan açıklamanın orijinal metni:

Sun 12 Dec 2010, 8:17AM
Posted by Chris Bailey

It is with disappointment that we confirm to our supporters that Carlos Tevez has submitted a written transfer request. The Club can also confirm that the request has been rejected.

The Club remains disappointed by this situation and particularly with the actions of Carlos' representative.

Roberto Mancini and all at the Club have shown, and will continue to show, sensitivity to Carlos' personal circumstances including the issue of his family being based overseas. Indeed following his suspension as a result of the game against Bolton, Carlos requested, and was given, special dispensation by the Manager to take leave overseas.

The written transfer request is in stark contrast to Carlos' stated position in both public and club contexts. Significantly, over recent months, the Club has also received numerous requests from Carlos’ representative to renegotiate and improve his playing contract as well as more recently a request to extend that contract by another year.

However, in line with the Club's policy of not negotiating playing contracts mid-season this has not been granted. Carlos' current five-year contract has three-and-a-half years to run and he is the highest paid player at the Manchester City Football Club.

This is both an unfortunate and unwelcome distraction and the Club will remain focused on the games ahead in what is turning out to be a very promising season. The door remains open for Carlos to be selected to play.

Kaynak: http://www.mcfc.co.uk/News/Team-news/2010/December/Carlos-Tevez-A-statement

12 Ara 2010

Birde bir..

Alan Pardew Newcastle United'ın başında çıktığı ilk mücadeleden 3-1'lik zaferle ayrıldı. Newcastle United beklentileri aşarak kendi evinde Liverpool'dan her anlamda üstün bir oyun ortaya koydu ve 3 puanı alarak kendisini lig sıralamasının üst yarısına atmayı becerdi.

Pardew, Ashley ile sohbetinin ardından basının karşısıda..
Liverpool'u iki "Scouse" oyuncusunun, Kevin Nolan ve problem çocuk Joey Barton'ın sıradışı performansı ile saf dışı bırakan Pardew'in takımı nasıl oynatacağının sinyalleri de geldi bu maçta.. Görünüşe göre Pardew, Newcastle United'ı hücum ağırlıklı oynatacak. Bu iyi bir şey. Bununla birlikte takımda sorun yaşayan genç Andy Carroll'u keseceği söylentileri de boş çıkmış gibi görünüyor. Kendi adıma tek sürpriz Lovenkrands yerine Ameobi tercihi oldu.

Yine de, Newcastle United cephesinde sular kolay durulacağa benzemiyor. Taraftar Ashley'ye son derece kızgın ve bunu maç esnasında ve sonrasında yapılan "renkli" tezahüratlarla gösterdi. Bununla birlikte Alan Pardew maçın ardından hızla sahayı terk etti ve sonrasında Ashley ile "laflamak" için kaybolduğunu açıkladı. Bu durum taraftarı daha da öfkelendirmiş olacak ki forumlardaki yaratıcı tepkilerden kendisi de nasibini aldı. Maçın ardından Joey Barton'ın "Bu galibiyeti Hughton'a armağan ediyoruz," açıklaması da Pardew'in işinin ne kadar zor olduğunun bir başka göstergesi.

Bakalım..
Devre arası geliyor..
Alan Pardew bu sürede neleri ne kadar değiştirebilecek ve kendisini hem taraftara hem de oyunculara ne kadar kabul ettirebilecek göreceğiz.

Her şeye rağmen tebrikler NUFC!

9 Ara 2010

Son Saksağan Pardew..

Bahis siteleri tahminlerinde haklı çıktı ve 1961 Wimbledon doğumlu Alan Scott Pardew Newcastle United'ın 29. teknik patronu olarak ilan edildi.

"Toon Army"nin yeni başkomutanı
Peki, kim bu Alan Pardew?

Kendisi eski bir orta saha oyuncusu ancak milli formayı hiç giymedi. Oyunculuk kariyerini temel olarak Crystal Palace ve Charlton Atletic formaları içinde geçirdi. Charlton forması giydiği dönemde (92-93 sezonunda) takımının en golcü ismi olmayı başardı.

1998 yılında yeşil sahalara veda ettikten sonra ve geçici menajer olarak Reading'in başına geldi. 2003 yılına dek Reading'de görev aldı ve ardından tartışmalı bir şekilde West Ham United'ın başına geçti.

West Ham United'ı 2006 yılında FA Cup finaline taşımış ve kupayı penaltılarla kaybetmiş olsa da genel performansı beğenilmedi ve yönetim tarafından görevine son verildi. Bu dönemde başına geçtiği enkaz halindeki Charlton Atletic'i kurtaramadı ve kariyerinde ilk kez küme düşme acısını tattı.

Londra'da geçirdiği başarısız dönemin ardından 2009 yazında Southampton'un başına geçti. Takımını Wembley'e taşımış ve kulübe 1976 yılından bu yana ilk ulusal kupasını (Football League Trophy) kazandırmış olmasına rağmen kulüp başkanı ile yaşadığı sorunlar yüzünden görevine son verildi.

Bugün ise Newcastle United'ın başında. Sabah saatlerinde 5,5 yıllık bir sözleşmeye imza attığı resmi olarak ilan edildi ve hafta sonunda Liverpool karşısına takımın başında çıkacağı kesinleşti.

Pardew, Basında rakip teknik direktörlere karşı "fazla açık sözlü" olarak tanınıyor. Katıldığı bir programda Essien’in rakibi Evans’ı sahadan sildiğini anlatmak için “tecavüz etti” ifadesini kullanmış olması gibi birkaç pot kırma hadisesine müdahil olsa da “taktikten önce zihinsel güç gelir” yaklaşımını benimseyen ve gençlere verdiği önem ve onlara şans vermekten kaçınmayan bir teknik adam. (Başına gelen felaketlerin sivri dili ve aşırı cesur davranışlarından kaynaklandığını savunanların sayısı hiç de az değil.)

Yine de, ortaya çıkan ilk manzara çok parlak değil. Resmi açıklama öncesinde Evening Chronicle’ın yaptığı taraftar anketinde Pardew’e sadece 14 oy çıkmıştı. Taraftarlar, %60'a yakın bir galibiyet oranı yakalayan ve bu anlamda Newcastle United tarihinin en iyisi konumunda olan Chris Hughton’ın ardından daha “büyük” bir ismi takımın başında görmek istediklerini şimdiden belli etmeye başladılar. Forumlarda, memnuniyetsizliklerini bildiren taraftarlar mesajlarının sayısı azımsanacak gibi değil. Kısacası Pardew taraftardan sıcak bir karşılama göremeyecek. Üstelik daha imza atar atmaz beslenme uzmanları, video analistleri ve masörlerden oluşan ekibi kulübün maaş politikası çerçevesinde yönetimden veto yemiş durumda.

Pardew’in özellikle Mike Ashley gibi bir "patron"un altında ne yapacağı ise en büyük merak konusu. Ashey'nin 2005 yılından bu yana göreve 7 menajer getirdiği gerçeği problemli ve istikrarsız kişiliğini kanıtlar nitelikte. (Bu rakamın Premier League ortalamalarının çok çok üzerinde olduğunu hatırlatmaya gerek bile yok.) Pardew ise tam aksine “huysuz” ve “lafını esirgemeyen” bir menajer. Kısa vadede okuyacağımız renkli basın açıklamaları ile hayatımız şenlenebilir.

Her şeye rağmen Pardew genç bir teknik direktör ve “eski kafalı” olmadığı kesin. Yine de, transfer bütçesi olmayan, düzenli olarak teknik konulara müdahil olan yönetimin Pardew'den ne beklediğini, taraftarın kendisine ne kadar kredi tanıyacağını ve her şeyden öte kendisinin Ashley’ye ne kadar tahammül edebileceğini gerçekten merak ediyorum. İşi çok ama çok zor.


Kendisine bol şans, daha bol sabır ve çokça başarılar diliyorum.
Hoş geldin Mr. Pardew..

8 Ara 2010

Bidone d'oro 2010!

İtalyan futbolseverlerin 2003 yılından bu yana verdikleri Bidone d'or yani "Altın Bidon" ödülünün bu seneki adayları açıklandı.
Liste şu şekilde: (Kimseye haksızlık olmasın diye soyadına göre alfabetik olarak sıralanmıştır)

Ulu Bidon!

Adriano (Roma)
Amauri (Juventus)
Diego (Juventus/Wolfsburg)
Fabio Cannavaro (Juventus/Al Ahli)
Antonio Cassano (Sampdoria)
Alessandro Mancini (Internazionale)
Marco Materazzi (Internazionale)
Felipe Melo (Juventus)
Adrian Mutu (Fiorentina)
Ronaldinho (AC Milan)



Son şampiyon Melo ile bu ödlülü daha önce iki kez kazanan ve hat-trick'e koşan Adriano bu seneki favorilerim.

Cümle aleme hayırlı olsun..

Not 1:
Şimdiye dek bu ödüle layık görülen isimler şu şekilde:

2003 - Rivaldo - AC Milan
2004 - Nicola Legrottaglie - Juventus
2005 - Christian Vieri - AC Milan
2006 - Adriano - Internazionale
2007 - Adriano - Internazionale
2008 - Ricardo Quaresma - Internazionale
2009 - Felipe Melo - Juventus

(Kulüpler bazında Internazionale, uluslar bazında da Brezilya'nın ezici üstünlüğü mevcut)

Not 2:
Yıllara göre kullanılan oy sayıları:

2003 - 5.744
2004 - 7.334
2005 - 9.090
2006 - 10.314
2007 - 13.096
2008 - 17.544
2009 - 18.752
(Yarışmaya ilgi katlanarak artıyor.)

Not 3:
Adriano, 2006 yılında ödlülü ilk kez "kazandığında" %31,2 oy almıştı. Bu oran Bidone d'oro rekorudur. Kendisini tebrik ediyoruz.

7 Ara 2010

Takımım..

UEFA Team of the Year 2010 anketinde oyumu kullandım, mutluyum, gururluyum..
Özellikle bazı mevkilerde karar vermekte çok ama çok zorlandım.
Oy veremeyip de içimin yandığı en az 4 oyuncu var..

Neyse;
Önce aday futbolcu listesini anımsayalım:

Kaleciler:
  • Iker Casillas (Real Madrid)
  • Julio Cesar (Internazionale)
  • David de Gea (Atletico Madrid)
  • Maarten Stekelenburg (Ajax)
  • Eduardo (Genoa)
Sağ Bekler:
  • Maicon (Internazionale)
  • Sergio Ramos (Real Madrid)
  • Philipp Lahm (Bayern München)
  • Branislav Ivanovic (Chelsea)
  • Gregory van der Wiel (Ajax)
Stoperler:
  • Gerard Pique (Barcelona)
  • Lucio (Internazionale)
  • Carles Puyol (Barcelona)
  • Walter Samuel (Internazionale)
  • David Luiz (Benfica)
  • Leonardo Bonucci (Juventus)
  • Brede Hangeland (Fulham)
  • Diego Lugano (Fenerbahçe)
  • Souleymane Diawara (Marseille)
  • Douglas (FC Twente)
Sol Bekler:
  • Portugal Fabio Coentrao (Benfica Lisboa)
  • Giovanni van Bronckhorst (Feyenoord)
  • Ashley Cole (Chelsea)
  • John Arne Riise (Roma)
  • Michel Bastos (Olympique Lyonnais)
Sağ Kanatlar:
  • Arjen Robben (Bayern München)
  • Cristiano Ronaldo (Real Madrid)
  • Javier Zanetti (Internazionale)
  • Adam Johnson (Manchester City)
  • Dirk Kuyt (Liverpool)
Orta Sahalar:
  • Bastian Schweinsteiger (Bayern München)
  • Mark van Bommel (Bayern München)
  • Xavi Hernandez (Barcelona)
  • Sami Khedira (Real Madrid)
  • Esteban Cambiasso (Internazionale)
Hücuma Dönük Orta Sahalar:
  • Wesley Sneijder (Internazionale)
  • Mesut Özil (Real Madrid)
  • Cesc Fabregas (Arsenal)
  • Thomas Müller (Bayern München)
  • Keisuke Honda (CSKA Moskva)
Sol Kanatlar:
  • Andres Iniesta (Barcelona)
  • Florent Malouda (Chelsea)
  • Antonio Cassano (Sampdoria)
  • Angel di Maria (Real Madrid)
  • Gareth Bale (Tottenham Hotspur)
Forvetler:
  • Lionel Messi (Barcelona)
  • Diego Forlan (Atletico Madrid)
  • David Villa (Barcelona)
  • Diego Milito (Internazionale)
  • Luis Suarez (Ajax)
  • Didier Drogba (Chelsea)
  • Gonzalo Higuain (Real Madrid)
  • Samuel Eto'o (Internazionale)
  • Romelu Lukaku (Anderlecht)
  • Carlos Tevez (Manchester City)
Teknik Direktörler:
  • Jose Mourinho (Real Madrid)
  • Vicente del Bosque (Spain)
  • Quique Sanchez Flores (Atletico Madrid)
  • Bert van Marwijk (Netherlands)
  • Louis van Gaal (Bayern München)

Gelelim benim takımıma:
















Iker Casillas: Dünya Kupası 2010'un altın eldiveninin sahibi ve "WC 2010 All Star Team"in kalecisi. Harika bir sezon daha geçirdi ve mevkisinde rakipsiz.

Philipp Lahm: Ballack'ın yokluğunda Almanya'nın kaptanlığını üstlenen bu güçlü bek oyununa her gün bir şeyler eklemeyi başarıyor.

Gerard Pique: Fazla söze gerek yok. Üstün fiziği ve cesaretiyle Puyol'un veliahdı. Sir Ferguson onu sattığına her gün pişman oluyordur.

Carles Puyol: İlham veren, yılmak bilmeyen kaptan hem Barcelona hem de İspanya milli takımı forması ile enfes bir sezon geçirdi. 2010 Dünya Kupası'nda her maçta sahadaydı.

John Arne Riise: Liverpool yıllarının ardından Serie A'da klasını konuşturan kızıl prens Roma forması altında harikalar yaratmaya devam ediyor. Üstün fiziği ve abidevi istikrarıyla göz kamaştırıyor.

Cristiano Ronaldo: Milli takımında yaşadığı hayal kırıklığını bir tarafa koyacak olursak mevkisinde alternatifsiz olduğunu her gün bir kez daha kanıtlıyor. Manchester United'da nerede bıraktıysa Real Madrid'te oradan devam ediyor.

Xavi Hernandez: Aslında burada Xaviesta yazmalıydı ama olmadı.

Mesut Özil: Ballack'ın yokluğunda Almanya Milli Takımı'nda yer buldu, harika bir performans sergiledi ve Werder Bremen macerasına tam zamanında noktayı koyarak büyük transferini gerçekleştirdi. Real Madrid macerasına da harika başladı.(Ah Müller, ah Fabregas diyorum..)

Gareth Bale: Bence 2010 yılının en büyük patlamasını gerçekleştiren oyuncu. Henüz 21 yaşında ancak akıl almaz hızı, öldürücü ortaları ve üstün oyun zekası yaşının çok çok ötesinde. Rakip teknik direktörün, onu tutacak sağ bekine şans dilemekten başka bir seçeneği yok.

Lionel Messi: Milli takımına yabancı kalan uzaylı. Onu seyretmek büyük, çok büyük bir zevk.

Diego Forlan: 30'unda yeniden doğdu ve 2010 yılında tüm dünya onun nasıl bir lider olduğunu gördü. Milli takım forması altında yaptıkları bile bu kadroda olması için yeterli. 2010 Dünya Kupasının Altın Ayakkabı'sını sonuna kadar hak etti.

Bert van Marwijk: 2010 Dünya Kupası'nın en güzel unsurlarından biriydi. Sayesinde futbola doyduk.

Başka bir Messi - CR7 kıyası..

Tartışmaya girmeyeceğim..

Şu kareyi hatırlarsınız.. Hani 80 milyonluk bebeğin Abate'nin sert darbesi karşısında attığı taklayı..

[Video için tıklayınız]


O zaman da "Messi bunu yapmaz" demiştim..
Bir de aşağıdaki kare var biliyorsunuz, daha yepyeni.. Dumanı üzerinde..


Evet..
Lionel Messi bunu da yapmaz CR7..
Rakibinin teknik direktörüne saygısızlık yapmaz..
Hele hele bu adam onun yaşı kadar La Liga maçına çıkmış bir efsaneyse..

Adına 80 milyon ödenmiş olabilir ama daha alnından damlayan ter İspanyol çimlerine düşmedi Ronaldo efendi..

Sıkıysa Sir Fergie'nin takımındayken yapsaydın ya bunu..

6 Ara 2010

Failure United!

Beklenen oldu ve patron düğmeye bastı.. Chris Hughton da Sam Allardyce, Kevin Keegan, Joe Kinnear ve Alan Shearer ile birlikte “Mike Ashley tarafından 2007 yılından bu yana göreve getirilip kovulan teknik direktörler listesi”ndeki yerini aldı.

Ashley'nin son kurbanı..

Newcastle United’ı Championship’te gol ve puan rekoru kırarak Premier League’e geri getiren Chris Hughton Newcastle United’ı “istenilen seviyeye getirememek” ile suçlanıyor. Takımı “daha tecrübeli” bir isme emanet etme gerekliliğinden bahsediliyor.

Şimdi bir bakalım.. Takımın borcu 111 milyon Pound (yaklaşık 261 milyon TL) seviyesinde. Takımı satmaya çalışan, sonra vazgeçen, sonra tekrar satmaya çalışan, ardından yeniden vazgeçen ululardan ulu Mike Ashley hazretleri, “yeni yatırım” gereği görmediği için Premier League’ye yeniden yükselen takım için bir transfer bütçesi oluşturmadı.

Takımın gider bütçesini kısmak için Çacapa, Michael Owen, James Milner (ki King Kev bu yüzden ayrılmıştı), Emre Belözoğlu, Abdoulaye Faye ve en önemlisi Shay Given gibi isimler takımdan gönderildi. Yetmedi, Oba Martins, Sebastian Bassong, Habib Beye, Damien Duff, Xisco ve Geremi Njitap da takımdan ayrıldı. Yerlerine Peter Lovenkrands, Wayne Routledge, Leon Best, James Perch, Cheik Tiote, Sol Campbell ve Hatem Ben Arfa (kiralık) [ki, Nigel de Jong isimli kasap tarafından katledildi!] gibi isimler takıma katıldı.
Bu taraftar seni hiç unutmayacak Mike Ashley!

Hughton bu şartlar altında genç isimleri sahaya sürdü. Kaleyi genç Tim Krul’a, Alan Shearer’ın formasını da Andy Carroll’a verdi. Mızmızlanmadan işini yaptı, Chelsea’yi Carling Cup’ın dışına itti, Emirates Stadium’dan yıllar sonra 3 puanla döndü.. Takım şu anda Wigan, Everton, Aston Villa ve Liverpool’un önünde 11. sırada yer alıyor.


Bakalım Mike Ashley hangi "tecrübeli" teknik direktörü takımın başına getirecek ve onu hangi transfer bütçesi ile ikna edecek? Hangi teknik direktör, "takımın sahibi benim, hangi oyuncuyu alıp satacağıma ben karar veririm" diyen bu zat-ı şahanenin altında görev alacak?


Ben de bir bahis açıyorum.
Yeni teknik direktör “yıl sonunda kovulacak” bahsine 1,05 veriyorum. 


Bravo Ashley.. Newcastle United’ı Failure United yapma yolunda durmak yok yola devam!

Not 1: 
Hughton'ın kovulmadan önceki son beyanlarından biri eminim bize tanıdık gelecektir:"I can tell you categorically 100 percent that there's only one person here who selects the team and that will be the normal process. I will select the team"

Not 2:
Bahis sitelerinde favori yaz ortasında Southampton’dan kovulan Alan Pardew. Onu Aston Villa’dan ayrılan Martin O'Neill, Charlton Atletic efsanesi Alan Curbishley, Tottenham Hotspur’u yeniden yaratan, şu anda ise Ajax’ın başında bulunan Martin Jol ve Norwich’i Championship’e taşıyan Paul Lambert izliyor.

Not 3:
Yeni gelen resmi açıklamaya göre takım şu anda Peter Beardsley ve Steve Stone’a emanet. Saksağanlar Liverpool karşısında bu ikilinin önderliğinde çıkacak.

Not 4:
Teknik direktör değiştirme rekoruna sahip bu yüksek egolu, kararsız, üstüne üstlük beceriksiz adam ile bizim "Büyük Başkan"larımız arasındaki benzerlikler de içimi acıtmıyor değil açıkçası..

23 Kas 2010

"Giant Killer of the Year"


Radford, halen dumanı tüten kramponunu soğuturken..

İngiltere Futbol Federasyonu, bu sezondan itibaren FA Cup organizasyonu içinde “Giant Killer of the Year” ödülü de verecek. Bu haberi aldığımda tam da “Giant Killers” konulu bir şeyler karalıyordum, harika oldu..

Turnuvalarda alt seviyedeki takımlara ve genç oyunculara ciddi önem veren FA, “küçük”lerin “dev”leri “katletmesi”ni ödülsüz bırakmayarak motivasyonu zirveye çıkarmayı planlıyor şüphesiz ki. Ödül, sahibini FA internet sitesince açılacak oylama sonucunda bulacak. Oylamaya katılacak maçlar bir grup spor yazarı tarafından belirlenecek. Oylamayı kazanan ve yılın “dev katili” olan takım ise final maçının devre arasında taraftarların huzurunda ödülünü alacak.

Söz konusu ödül, “Ronnie Radford Ödülü” olarak anılacak.

Ödüle adını veren Ronnie Radford 1972-73 sezonunda FA Cup’ta Newcastle United’ı uzatmalarda deviren ve FA Cup tarihinin en büyük “dev katliamı” olarak kabul edilen Hereford United’ın kahramanı..

85. dakikaya girildiğinde 1-0 önde olan Newcastle United, 30 metre mesafeden akıl almaz bir şutla topu “doksan tabir ettiğimiz noktaya” gönderen ve taraftarların sahaya girmesine sebep olan Radford’a engel olamayınca, üstelik uzatmalarda bir gol daha yiyince hüsranların en büyüğünü yaşamıştı..

Çok başarılı bulduğum bu girişimin nasıl bir sonuç vereceğini ise zaman gösterecek.

Bravo FA!

Not: Newcastle United taraftarlarının acısı tazelenmişe benziyor. Aşağıdaki alıntı www.nufc.com dan:

"The award is named after Ronnie Radford whose long-range goal for Hereford United in 1972..." that's quite enough thanks, we know the rest.

11 Kas 2010

İnsanlığın Sonu!

Seviyoruz seni Baki Mercimek!
Bankacılıktan arta kalan vaktimde ruhumu temizlediğim biricik grubum ile besteler yapıyoruz. Beste çalışmalarını farklı zamanlarda farklı yerlerde kaydederek üzerinde çalışıyoruz.

Söz konusu bestelerden birinin kod adı da “İnsanlığın Sonu”.

“İnsanlığın Sonu”nun evde yapılan ilk kaydından tutun da stüdyoda alınan prova kaydına, hatta midi versiyonuna kadar tüm çeşitlerinde karşıma Baki Mercimek çıkıyor. Kayıtlar farklı yerlerde, farklı bilgisayarlarda farklı zamanlarda yapıldı. Sebebini bilmiyorum. Diğer kayıtların hiçbirinde ne Baki ne de bir başkası var.



Uykularım kaçıyor Baki, korkuyorum!

Bana vermek istediğin mesaj ne?!


İşte karşı karşıya kaldığım korkunç manzara!
Neden Baki? Neden?!!

10 Kas 2010

Voltron, Optimus Prime'a karşı..

28 Kasım 2010’da hayat yine 1,5 saatliğine duracak.. Dünyanın kalbi Camp Nou’da atacak..

Optimus Prime vs. Voltron

FC Barcelona, geride Gerard Piquet ve Charles Puyol, ortada Xavi Hernandez ve Anders Iniesta ilerde ise dünyanın tahtında oturan Lionel Messi ile Evrenin Koruyucusu yenilmez Voltron’ı andırıyor.

Diğer taraftan, ipleri Optimus Prime gibi eline alan Mourinho ile değişimi yaşayan Transformers tadındaki Real Madrid bu sezon ne ligde de Şamiyonlar Ligi’nde de yenilgi yüzü gördü..

Herkesin bildiği gibi, La Liga’nın tepesinde sadece bir puan farkla yer alan bu iki süper gücün mücadelesi sadece yeşil sahada 11’e 11 yapılan bir mücadele değil. Pep Guardiola bombanın fitilini bu sene her zamankinden biraz daha erken ateşleyerek Mourinho ile ilgili olarak kendisine yöneltilen soruyu “cevap vermeye değmez” diyerek geri çevirdi. “Mind Games” sevdalısı ve gerginliği motivasyona dönüştürme ustası Mourinho’nun ne zaman cevap vereceğini henüz bilmiyoruz ancak bu sataşmaya “okkalı” bir yanıt vereceği neredeyse kesin.. Marsilya ruleti kıvamındaki bu atışmalar halihazırda insanın aklını başından alan hazzı katlıyor.

Yine de, bu “klasik” mücadelenin, destansı rekabetin son derece sığ “Messi mi Ronaldo mu?” kıyaslamasıyla manşetlere taşınacak olması, magazinsel yaklaşımların büyük bir ısrarla bu tarihi bilek güreşinin önüne alınması yüreğimi burkuyor.

Neyse…
Geri sayım başladı..
Heyecan artıyor..
Biraları, cipsleri hazırlayın, ajandanızda 28 Kasım gecesini boşaltın..
Voltron ile Optimus Prime ve ekibi karşı karşıya geliyor..
Kimin kazanacağını ise sadece futbol tanrıları biliyor..
Bize ise bekleyip görmek, bu enfes resitalin tadına varmak kalıyor..

Çok yaşa futbol!

9 Kas 2010

Yarasanın düşüşü..

Profesyonel olarak futbola başladığının ertesi yılında henüz dağılmamış olan ülkesinin en büyük takımına giden, ardından PSV'de "Robin"i ile buluşan ve Avrupa'yı sallayan bir gol kralıydı o. PSV'den ayrıldıktan sonra şansını Chelsea ile İngiltere'de, Atletico Madrid ile İspanya'da, Fenerbahçe ile Türkiye'de, PSG ile Fransa'da ve son olarak Zenit ile Rusya'da denedi. Her gittiği ülkede ligin "büyükleri"nin formalarını giydi ama onun için hep "bir sorun" vardı..

Ama esas sorunu hep ıskaladı. Halihazırda var olduğunu düşündüğü sorunları hep dışarıda araması oldu onu tüketen..

Geçtiğimiz hafta olan oldu ve PSG, kendisiyle olan kontratını karşılıklı olarak feshetti.

Yarasa düştü..

Halbuki ne güzeldi seni Robin'inle, Robben'le yan yana izlemek.. Ne büyük bir mutluluktu seni Premier League'de görmek.. Rakip takıma gelmiş olsan da ne büyük bir zevkti seni Türkiye'de seyretmek..

Seni düşündükçe benim içim acıyor Kezman.. Sen nasıl uyuyabiliyorsun çok merak ediyorum..

Yarasa düştü,
Futbol kaybetti..
Hepimize geçmiş olsun..

6 Kas 2010

Ne gerek var?

Başta Ballon d'Or olmak üzere sayısız bireysel ödüle layık görülmüş, uğruna 80 milyon Pound harcanmış, milyonlara ilham veren bir futbol yıldızının Avrupa arenasında seyredilebilecek harika maçlardan birinde ne yapması beklenir?

Ignazio Abate'nin sert yumruğu(!)
Takımını sırtlaması mı yoksa 23 yaşındaki bir savunma oyuncusuyla girdiği mücadele sonucunda suratına yumruk yemiş gibi kendisini yere atması mı?

Cristiano Ronaldo 3 Kasım gecesi ikincisini yaptı..

Peki AC Milan taraftarlarının nefreti ve hayranlarının uğraduğı hayal kırıklığı dışında eline ne geçti?

Şimdilerde Pele-Maradona kıyaslaması Ronaldo-Messi ikilisi için yapılıyor ya..
Messi bunu yapmaz Ronaldo..
Messi futbola ihanet etmez.. 

İzlemeyenler ya da tekrar izlemek isteyenler için olay anı:

5 Kas 2010

16. yıl..

1994 yılında çok sevdiğim bir arkadaşımın evinde tanıştım onunla.. Çok güzel görünmüyordu ama heyecan uyandıran, kıpır kıpır bir tarafı vardı.. Söylediklerini bile tam olarak anlayamıyordum aslında.. Yine de ilgimi çekmişti.. Merak etmiştim..

Üçümüz bir süre vakit geçirdikten, buzları erittikten sonra arkadaşımdan ayrılıp bizim eve geçtik.. Saatlerce baş başa kaldık.. Baş başa uykusuz saatler, günler, geceler geçirdik.. Ona önce ısındım, sonra alıştım, sonra da bağlandım.. 1994 yılıydı..

Şimdi 2010 bitiyor.. İlişkimizin 16. yılını kutlayacağız bugün.. Yüzü her geçen yıl olduğu gibi bu yıl da biraz daha değişmiş, daha da güzelleşmiş.. Heyhat.. Her geçen yıl daha da güzelleşiyor.. Şarap gibi..

Evet.. Bugün 5 Kasım.. Bugün çok güzel bir gün.. Bugün hasretin bittiği gün..

Takım elbiselerinizi hazırlayın zira O geliyor..

FM 2011 hepimize hayırlı uğurlu olsun!

3 Kas 2010

"Sir"lerin en güzeli!

Sir Robert William Robson, ya da nam-ı diğer Sir Bobby Robson.. 76 yıllık hayatına sayısız başarılar sığdıran emekli hücum oyuncusu ve teknik direktör..

Çok özleniyorsun güzel insan!

Oyunculuk yıllarında yakaladığı başarılar ya da teknik direktörlük kariyeri boyunca kazandığı kupaların ötesinde bambaşka bir futbol insanı, bir devrimci..

Devrimi, 13 yıl başında kaldığı Denizlispor kıvamındaki Ipswich Town ile UEFA kupasını kaldırması değil, bu 13 yılda genç yeteneklerine inanarak sadece 14 transfer yapmış olmasıdır.. Devrimi, PSV ile kazandığı şampiyonluklar değil o zamana kadar dokunulmaz olan “yıldız oyuncu” kavramını sarsması ve Romario’yu tımarlamasıdır.. Devrimi, İngiltere’nin başındayken milli takımımıza 8 atması değil, “Tanrının Eli” yakıştırmasına tüm basının önünde “Serserinin Eli” diyebilmesidir.. Devrimi, kariyerinin son yıllarında babası kömür madenlerinde çalışırken tanıştığı çocukluk aşkını, Newcastle United’ı Avrupa’ya taşıması değil, her şeyin para üzerine döndüğü futbol dünyasında yeni kontratına imza atarken tek bir poundun bile lafını etmemesidir. Devrimi, harika antrenörler yetiştirmesi değil, kazandığı başarıları yardımcısı Jose Mourinho ile paylaşması ve sağlığında “ondan çok şey öğrendim” diyerek tevazu göstermesi, onu onurlandırmasıdır.

Tüm bunların ötesinde, bu büyük üstadın en büyük devrimi, yeşil sahalarda faal olduğu bunca yıl boyunca bir tek kişinin bile arkasından kötü tek bir cümle kurmamasıdır!

Bu ise kariyerinin, başarılarının, yetiştirdiği oyuncuların, geliştirdiği taktik sistemlerin çok ötesinde bir noktadır.

Bu güzel insan, büyük futbol adamı, bir buçuk yıl önce aramızdan ayrıldı. Yıllar boyunca savaştığı, bu yolda defalarca ameliyat masasına yatmasına sebep olan hain kanser önce bağırsaklarında, ardından cildinde, sonra akciğerlerinde, sonra beyninde ve en sonunda yine akciğerlerinde türeyip onu bizden koparmadan önce ise futbol dünyamızın temel taşlarını yerinden oynatmayı başardı.

İyi ki vardın Sir Robson.. İyi ki senin yarattıklarını izleme fırsatımız oldu.. Futbol senin sayende artık daha da güzel.. Huzur içinde yat..

Not: Aramızdan ayrılmadan yaklaşık bir yıl önce, "I am going to die sooner or later. But then everyone has to go sometime and I have enjoyed every minute," demişti. Yaklaşıma, doygunluğa, olgunluğa bakar mısınız?

Tanrının Türk futboluna da bir Sir Bobby Robson bahşetmesi dileğiyle..

2 Kas 2010

Peki ya onlar?

Dün paylaştığım "Aynı Biz!" yazısı üzerine, Sayın Serbülent Şengün'ün İngiltere'nin genç futbolcu yetiştirme stratejisi hakkında paylaştığı ve aşağıda bağlantısı bulunan harika dokümanı incelemenizi öneririm..

Son derece nesnel bilgilerle hazırlanmış olan ve "sistem iyi mi kötü mü?" değerlendirmesinin verilere dayandırılarak yapıldığı bu enfes raporu Federasyonda görevi bulunmayan bağımsız araştırmacı Richard Lewis hazırlamış.

Serbülent Bey'e bir kez de buradan teşekkür ederim..

1 Kas 2010

Aynı biz!

1980’lerde holiganizm ve uluslar arası arenadaki istikrarsızlıklardan çeken İngilizler, futbol dünyalarını baştan yaratmaya karar verdiler. Hükümetin başını çektiği bu “yeniden yapılanma” projesinde kulüplere ciddi miktarda fon aktarıldı. Bu yeniden yapılanma çalışmaları içinde stadyumların yenilenmesi, holiganlığın önünün alınması ve milli takımın yeniden yapılandırılmasının yanında genç oyuncuların yetiştirilmesi de önemli bir kalem oldu.

Genç Wayne

Çok sıkı kurallar eşliğinde her bir Premier League ekibinin birer “Gençlik Akademisi” oluşturmasına karar verildi. Oldukça detaylı hazırlanan çalışmalar sonucunda sadece “süper yetenek avcılığı” ile sınırlı olmayan, genç oyuncuların hayata bakışlarını, beslenme alışkanlıklarını, davranışlarını ve hatta alışkanlıklarını bile şekillendiren bir sistem oluşturuldu.

“Gençlik Akademileri”nde kuralların sıkılığı birçok kulüp tarafından eleştirilse de sistemin yozlaşmasına engel olması ve sağlıklı bir şekilde çalışması açısından önemli bulunduğu için itirazlar sınırlı kaldı.

Takımların U9’dan U18’e kadar birçok “mini” takım kurmalarını zorunlu hale getiren sistemin kuralları arasında oyuncuların asgari ve azami kontrat süreleri, oynayacakları maç sayıları ve hatta tesislerden evlerine azami ne kadar zamanda ulaşmaları gerektiğine kadar birçok düzenleme yer alıyor.

Örneğin; oyuncularla 13 yaşına kadar sadece 1 senelik anlaşma yapılabiliyor. Böylelikle hem kulüpte rahat edemeyen oyuncular hem de oyuncuda gelecek görmeyen kulüpler daha rahat hareket edebiliyor. Oyuncuların eğitimlerini aksatmaması ve ailevi sorunların önüne geçilmesi açısından evlerine (yaş gruplarına göre) 45 ila 90 dakika mesafedeki tesislerden ötesine gitmeleri yasaklanmış durumda. Akademi personelinin Federasyon tarafından belirlenmiş eğitimleri tamamlamış olması şart. Oyuncuların belirli bir sayıdan fazla ya da az maç yapmaları da yasaklanmış durumda.

Bu düzenlemeler Premier League kulüpleri tarafından o kadar ciddiye alınmış durumda ki her yıl milyonlarca Pound bu akademilere aktarılıyor. Akademideki her bir oyuncunun her adımı takip ediliyor, istatistikleri ve gelişim tablosu detaylı veri tabanlarında izleniyor. Her yıl yüzlerce genç kadrolara alınıyor ve yeterli gelişimi gösteremediğine inanılan bir o kadarı da serbest bırakılıyor. Kulüplerin “scouting” ağı her geçen gün genişliyor ve serbest bırakılan gençlerin yerini alacak en iyi alternatiflerin tespiti için 8-10 yaşlarındaki gençler düzenli olarak takip ediliyor. Hatta “Ön Akademi” sistemi ile bir uydu takım içinde U6, U7 ve U8 takımları oluşturuluyor zira “dışarıdan” oyuncu getirme şansları olmayan bu akademilerin yakın çevrelerindeki yetenekleri gözden kaçırma lüksü bulunmuyor. Serbest bırakılan oyuncuların ise futbola devam edebilmeleri için daha küçük takımlarla temaslarda bulunuluyor, oyunculara yer açılıyor.

Gençler, akademi turnuvaları ile “rekabetçi oyun” ile tanışıyorlar ama Akademi takımlarının maç kazanmak ya da şampiyon olmak gibi bir amaçlarının olmadığı herkesçe kabul ediliyor. Önemli olan nokta oyuncunun futbol yeteneklerinin yanı sıra zihinsel yeteneklerini de geliştirebilmesi.

Yapılan çalışmalar, alt yapıdan yetişen bir oyuncunun kulübe maliyetinin 2,5-3 milyon pound seviyesinde olduğunu gösteriyor. Kulüplerin bu maliyete katlanmasının arkasında ise bir tek güdü yatıyor.. Yeni bir Wayne Rooney yaratmak..

Aynı biz!

Bunlar, bırakın bu ya da benzer bir sistemi, “scouting” kelimesinin karşılığını bile dilinde barındırmayan bir ülkenin vatandaşları olan bizlere masal gibi geliyor değil mi?

Ama yok! Rijkaard’ın “teknik direktör olup olmadığı”nı sorgulamak, Nihat ve Nobre gibi adamlara trilyonlar yatırmak, Bilica gibi kasapları “yabancı oyuncu” diye alıp kadrolarımıza koymak, son yıllarda yetiştirdiğimiz tek genç yeteneğin seks hayatını ulusal kanallarda tartışmak daha kolay, daha verimli..

Not: Wayne Rooney, Aaron Lennon, Theo Walcott, Ashley Young, Tom Huddlestone, Joe Hart ve Kieran Gibbs gibi isimler bu yeni sistemin ürünleri. Bakalım 1966’dan beri kazanamadıkları Dünya Kupası’nı ve bitmek bilmeyen Avrupa Şampiyonluğu hasretini bu sistemin hasadı dindirebilecek mi?


Bekleyip göreceğiz..

27 Eki 2010

Genç Kartallar

Beşiktaş'ın her mevkide yetenekli gençleri var. Bu sene, aşağıdaki listede adı geçen Kemal Akbaba ve Muhammet Demirci dışındaki tüm isimleri A takımda az ya da çok izleme fırsatımız oldu.

Böylesi bir onbir elbette ki günümüz futbolunda mümkün olmayan bir fantazi ancak bu listeden çıkacak ve futbolculuğu, kişiliği, Beşiktaşlılığı ve oyunu ile taraftarlara ilham verebilecek en az 4 isim olduğunu düşünüyorum. Halihazırda Cenk Gönen ve Necip Uysal kadrodaki yerlerini aldılar bile.

Beşiktaş'ta uzun zamandır eksikliği duyulan bu tablo beni ister istemez heyecanlandırıyor.


Genç Kartallar


8 Eyl 2010

Whose Hiddink?

Çok ilginç bir kariyer Hiddink’inki. Doğup büyüdüğü kültürün çok uzağında, Uzak Doğu’da, Okyanusya’da, Rusya’da milli takımlar seviyesinde teknik adamlık yaptı ve hep başarılı oldu. Pek de parlak olmayan bir futbolculuk kariyerinin ardından üzerine geçirdiği takım elbisesi ile PSV ile müthiş başarılara imza atsa da asıl süksesini “dünya vatandaşı” olmayı başararak yaptı.

Euro 96’da ülkesinin milli takımıçeyrek finale taşıdı, Fransa 98’de ise yarı final oynattı. 2002 Dünya Kupası’nda yerkürenin şaşkın bakışları arasında futbola uzak bir ülkeyi, ev sahibi Güney Kore’yi yarı finale taşıdı. Yetmedi 2006’da Avustralya’ya tarihinde bir ilki yaşatarak 2. tura taşıdı. Yine yetmedi 2008’de Rusya ile turnuvada fırtınalar estiren kendi ülkesini ezdi geçti ama yarı finalde şampiyon İspanya’ya takıldı.

Dilini, adetlerini, futbol anlayışlarını bilmediği ülkelerde önce eleştirildi, ardından alkışlandı. Hiçbir ayrılığı “problemli” olmadı, hep profesyoneldi. Takımlarıyla fazla ilgilenmemekle, milli takımını yönettiği ülkede fazla bulunmamakla suçlandı, hatta bazen kız arkadaşları yüzünden eleştirildi ama hep işine odaklandı ve hep kazandı.

Şimdi bizim milli takımı yönetiyor. Eleştiriler başladı bile. “Eski oyuncuları çağırıyor”, “Oğuz Çetin’in etkisinde kalıyor”, “Türkiye’ye haftanın sadece 2 günü geliyor”, kalan zamanlarda geziyor”, “futbolcularla çok mesafeli”, “bu kadar parayı hak ediyor mu?”..

Şahsi kanaatim böylesi bir “değişim” in milli takım seviyesinde gerekli ve Hiddink tercihinin yerinde olduğu yönünde. Hiddink kendisini uluslar arası platformda defalarca kanıtlamış bir teknik adam. Bununla birlikte milli takımımızda eksikliği hissedilen “profesyonel yaklaşım”ı benimsediği ve çalıştırdığı takımlarda uygulattığı bir gerçek. “Kesseler acımaz!” dönem(ler)inin ardından “kademeye düzgün girin, top şişirmeyin” yaklaşımının bize ilaç gibi geleceğini düşünüyorum.

Beni en çok umutlandıran olay ise Hiddink’in beyanatları. “2012’ye zaten katılacağız, mesele gençleri getirmek ama şu an için daha tecrübeli bir ekip tercih ediyorum,” ne kadar güzel bir cümledir. Kendine güven, planlanmış bir strateji ve mantık bir arada! “Ömer Erdoğan iyi bir oyuncu ama aynı özelliklerde daha genç biri olsaydı onu tercih ederdim,” açık sözlü bir geniş görüşlülük beyanı.

Gördüğüm ve anladığım kadarıyla Hiddink’in futbolunda dil, din, adet gibi detayların yeri yok. O sadece işini yapmayı seviyor ve geri kalan hiçbir şeyi umursamıyor. Gittiği ve başarılı olduğu tüm ülkelerde insanlarla mesafesini koruyor, milli marş okuma yalakalığını yapmıyor. Ardından kimse “bizim Hiddink’imiz” demiyor, diyemiyor.

Bize çok “başka” olan bu bakış açısının ve davranış biçiminin özellikle orta/uzun vadede ikinci bir Piontek dönemine dönüşeceğini düşünüyorum.

Yine de, yeterli sabrı gösterebileceğimizden emin olamıyorum.

7 Ağu 2010

Geçip giden yılları kovalamak..

Hey gidi koca Gazza!
Kimi der, “vay be tanışalı 20 yıl olmuş,” kimi der “üniversiteyi bitireli 10 yıl oldu halbuki kampus kapısından içeriye ilk adım attığım günü dün gibi hatırlarım..”

Bense bir acayibim.. “Gary Neville 35 olmuş,” diye hayıflanırım.. 1992 yılında bir UEFA Kupası maçında saçlarını ortadan ayırmış gevrek gevrek sırıtan gencecik bir sağ bektir o benim için.. “Vay be,” derim, “Owen bile kariyerinin sonuna gelmiş..” Sonra bakarım.. Milyonları peşinden koşturan adamlar olmayan kardeşim yaşında.. 1989 doğumlu Thomas Müller Dünya Kupası’nı sallıyor.. 1987 doğumlu Messi “uzaylı” diye anılıyor.. İşte yılların geçtiğini böyle anlarım ben.. "28 yaşıma geldim.. Futbolcu olsaydım ancak 5-6 yıllık bir kariyerim kalmıştı," derim.. "Fergie'nin Çaylakları"nın göz bebeği, tazecik David Beckham'ın ilk Şampiyonlar Ligi maçını, Galatasaray'a attığı golü ve yaşadığı tarifsiz sevinci hatırlarım.. Sonra bir bakarım 35 olmuş.. Büyüdüğümü, daha doğrusu yaşlanmaya başladığımı ancak futbolcular aracılığı ile yakalayabilen bir adamım ben..

Babam bana futbolcuları ya da maç anılarını anlatabilecek kadar uzun yaşayamadı, onunla hiç stadyumda maç izleyemedim.. O kadar şanslı biri değildim. Yine de diğer aile büyüklerimin anlattıklarını düşünürüm zaman zaman.. Maradona derlerdi hep.. Pele derlerdi.. Socrates, Zico, Bettega, Rossi derlerdi.. “Olur mu,” derdim.. "Laudrup var, Klinsmann var, Vialli var!”

Onları şimdi anlıyorum..

Sanırım ben de çocuklarıma Koeman’ı ve kalecilere korku salan şutlarını anlatacağım. Adidas’ın onun için tasarladığı kramponun reklamını televizyonda ilk gördüğümde yaşadığım heyecanı anlatacağım.. Gullit’i anlatacağım.. “Her iyi futbolcudan iyi teknik direktör olmaz evlat,” diyeceğim.. Frank Rijkaard'ın İtalya 90'da Rudi Völler'e nasıl tükürdüğünü anlatıp "fair play," diyeceğim.. Sonra Bergkamp’ı, uçak korkusunu, liderliğini, enfes çalımlarını anlatacağım.. Shearer’ı anlatacağım. İlah olmanın ne demek olduğunu.. Paranın her şey olmadığını.. Batigol’ü ve Roma formasıyla Artemio Franchi’de attığı ilk golü, göz yaşlarını anlatacağım..


Onları şimdi gerçekten anlıyorum..

Yıllar sonra, sahip olabilirsem eğer çocuklarım gelecek, “Baba?" diyecek.. "Oliver Grenivo ne süper adam değil mi?” Halbuki kim tutabilir ki Bergkamp’ın yerini? Kim daha iyi olabilir ki Gabriel Omar Batistuta’dan?

Mesela bugün sorsalar Quaresma-Guti-Robinho üçlüsü mü Metin-Ali-Feyyaz mı diye düşünmem bile.. Değişmem, değişemem ki onları! Tıpkı büyüklerimin Şeref Görkey'i, Baba Hakkı'yı, Şükrü Gülesin'i, Sabri Dino'yu Şenol ve Birol'u değişmediği gibi..

Ali Ece üstadın da dediği gibi aslında.. “Futbol hiç büyümek istemeyen, büyümeyi ısrarla reddeden çocukların oyunudur..” Buna tutunuyorum, burada takılıyorum sanırım..


Bilmem ki..

23 Tem 2010

Şimdi Neredeler -Kısım VIII- [Beşiktaş Özel]

Beşiktaş taraftarı ile bazı futbolcular arasında "farklı" bir şeyler vardır.. Bu "şey"lerin futbolcunun performansı ile çoğu zaman alakası olmamıştır.. Futbolcunun bir mimiği, bir hareketi bile bu hisleri tetiklemeye yeterli olabilir.. Taraftarına koşarken gözleri ışıl ışıl parlayan Ronaldo'yu, Alan Smith'e çaktığı yumruğun ardından "sahada kartal gibi çarpışmıyorduk," diyen Pascal'ı nasıl unutsun bu taraftar?

"Şimdi Neredeler" serisinin 8. halkası, siyah beyazlı formayı az ya da çok terleten ama o elektiriği yakalayıp taraftarın hep bir başka hatırladığı futbolcular için geliyor..

Not 1: Listede herhangibir sıralama kıstası yoktur. Tamamen rastsal bir sıralama mevcuttur.
Not 2: Pascal'ı yazmaya gerek bile yok.. O zaten bizim kanımız, canımız.. Gözümün bebeği Stefan Kuntz için ise daha önceden bir iki satır yazmıştım.. Buradan ona da ulaşabilirsiniz..


Daniel Amokachi
Beşiktaşlı taraftarların hala adını hasretle andığı güzel anıların insanı. Taraftarın ruhunu ateşleyen "siyahi İlhan Mansız".. Üç sezon giydiği Beşiktaş forması altında sergilediği harika performans onu yarı yolda bırakan dizi yüzünden sona erdi.

Amokachi, Beşiktaş tarihinin 2000'inci golünü atan oyuncudur. Bununla birlikte "Şampiyonlar Ligi" organizasyonunun tarihindeki ilk gol de 1992 yılında o dönem Club Brugge forması giyen Daniel Amokachi'nin ayağından gelmiştir.

Gördüğü bir kırmızı kartın ardından kendisine uzatılan mikrofona, "He told me i*ne. If he tells me i*ne, then i tell him to fuck off!" demesi de unutulmazdır.

Amokachi 2005 yılında emekli oldu.. Bir dönem teknik direktörlük de yaptı. Şimdi Nijerya Milli Takımı'nın yardımcı hocası..

Kısacası, HEPİMİZ NİJERYALIYIZ!


Markus Münch
1999 yılında ülkemize gelen ve DML bizi kavramıyla tanıştıran Münch iki yıl sonra ülkemizden ayrıldı.

Onu Beşiktaş'tan gönderen isim, futbolcu yeteneklerini süzmek konusunda rakip tanımayan ve "İbrahim Üzülmez varken Münch'e gerek yok," diyen Christoph Daum oldu..

Temiz ama sert oyunu, bindirmeleri, harikulade sol ayağı ve efendiliği ile gönüllerde taht kuran Münch, İnönü Stadyumu çimlerine 2003 yılında, 100. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen gösteri maçında bir kez daha çıktı ve herkesi yine mest etti.

Bu efendi adamın Beşiktaş forması içinde bir şampiyonluk görememediğini düşündükçe içim hala cız eder..  Şimdilerde ortalarda gözükmüyor.. Alman sitelerinde bir iki köşe yazısına rast gelmiştim..

Bu taraftar seni unutmadı Markus!

Les Ferdinand
Sadece bir sezon o da kiralık olarak oynadı Beşiktaş'ta.. Buz gibi, havalı bir İngiliz forvet değil, yanık teniyle bizden biri, "Ferdi" oluverdi bir anda.. 1989 yazında QPR'ye geri döndüğünde ise yarım kalan bir aşk hikayesine dönüştü. Büyüdü, yıldız oldu.. Premier League tarihinin önemli isimleri arasına girdi.. Sayısız ödül aldı, başarılara imza attı..

"Bir insan, dahası bir yabancı sadece 1 sene kaldığı bir takımda ne kadar iz bırakabilir ki?" diye soranlara diyorum ki; koşun hemen yoldan bir Beşiktaşlı çevirin. Ona Les Ferdinand'ı sorun.. Yüzündeki ifadeye bakın..

Ferdi şimdi emekli.. Tottenham Hotspur'un genç forvetlerine gol atmayı öğretiyor..




Miroslav Karhan
Nevio Scala'nın ülkemize getirdiği bu adam Beşiktaş formasını sadece bir sezon giydi. Markus Münch ile gösterdiği uyum hala rüyaları süslüyor..

Beşiktaş'ta hem sağ bek, hem libero, hem savunmaya yönelik orta saha hem de DMR olarak forma giydi, her mevkide de başarılı oldu.. 2 numara ona çok yakıştı..

Futbol hayatına hala Mainz'da devam ediyor. Ülkesinin milli takımının da kaptanı.. Geçtiğimiz gün, Panini’nin 2010 Dünya Kupası çıkartma albümünde yüz yüze geldik kendisiyle.. Gülümsedim..


Antonio Carlos Zago
Beşiktaş'a Serie A'dan, Roma'dan 33 yaşında geldi. 30 numaralı formasını iki yıl terletti.

Sert oyununa rağmen iyi huylu bir yapısı vardı. Beşiktaş dergisi için yüzünü siyah Beyaza boyayabilecek kadar seviyordu takımı.. Taraftarı selamlamadan sahaya girmez, tribüne uğramadan çıkmazdı. Ronaldo ile sağladığı uyum ise takdire şayandı.

Beşiktaş'tan sonra Santos ve Juventude formaları giydi.. Sonrasında São Caetano'da teknik direktörlük yaptı. Şimdi Palmerias'ın başında Cassio Linconln'e hocalık yapıyor..


Fani Madida
Beşiktaş taraftarı pek çok siyahi oyuncuya bağlandı ama Fani Madida başkaydı..

Şut çekemezdi ama hızlıydı.. Metin Ali Feyyaz'a sayısız gol attırdı.. Derbi maçlardaki performansları ile birçok tezahürata ilham kaynağı oldu. Atom Karınca'nın yerini başarıyla doldurdu.. (Çok sevdiğim bir dostumun eleştirisi üzerine eklemek isterim ki; "Rıza Çalımbay'ın yerini doldurmak"tan kastım, Çalımbay'ın Madida'nın gelişinden sonraki dönemde sağ kanattan ortaya geçmesi ve takıma forvet olarak alınan Madida'nın sağ kanatta oynamasına rağmen hiç aksamamasıdır.)

Ülkesine dönmek istediğini açıkladıktan sonra Beşiktaş'tan ayrıldı ama ilginç bir kararla Antalyaspor ile anlaştı. Sonraki yıllarda Antalya-Bursa arasında mekik dokuyan Madida, 2000 yılında emekli oldu.

Dünya Kupası'nda ise Güney Afrika’da Parreria'nın yardımcılığını yaptı..



Federico Giunti
1971 doğumlu Giunti, Beşiktaş'a kiralık olarak geldi. 18 ay kaldığı İstanbul'da tertemiz oyunuyla gönüllerde taht kurdu. Düz oyunu ile "istikrar" kelimesinin ayaklı simgesi oldu.

Türkiye liglerinde oynayan ilk İtalyan futbolcu olarak tarihe geçti. Daniel Gabriel Pancu ve Tayfur Havutçu ile kurduğu birliktelik başarıyı da beraberinde getirdi.

"Süper teknik" olmadığı için değeri fazla bilinmedi ve kadroya kesin olarak katılması için girişimde bulunulmadı.

İtalya dışında top koşturduğu tek takım olan Beşiktaş'tan sonra tekrar evine döndü ve Bologna ile anlaştı. Halen yeşil sahalarda ve Treviso forması giyiyor.

Zlatko Iankov
Sırtında bir "Yankov" bir "Iankov" yazardı maçlarda.. Gösterişsiz oynardı ama işini kusursuz yapardı. Federico Giunti'ye kadar yerini doldurabilen olmadı bu Bulgar DMC'nin.

Milli takımda uzun bir süre Letchkov ile birlikte Ivankov, Kostadinov ve Stoichkov'un arkasını topladı. (Ki Iordan Letchkov da sonradan Beşiktaş'a getirildi.)

1998 yılında takımdan gönderildi ve Adanaspor ile anlaştı. Sonrasında ülkesine döndü.. Birkaç sene sonra Vanspor ve Gençlerbirliği forması giyse de asla eski günlerine dönemedi. 2002 yılında emekli oldu. Şimdi doğduğu kent Burgaz'da bir futbol takımında sportif direktörlük yapmakta..


Ronaldo Guiaro
Zaman zaman attığı kritik gollerle (Fenerbahçe ve Sparta Prag maçlarını unutamam) takımını taşıyan, efendi, sağlamcı, pas yüzdesi yüksek bir savunma oyuncusuydu. Takım içinde hiçbir soruna sebep olmamış, sürekliliğiyle herkese örnek olmuştu. Yanında Zago, arkasında Cordoba ile harika bir uyum sergilemişti.

Ronaldo, Beşiktaş formasını son kez 2005 Mayıs'ında giydi. Sonrasında eline birkaç yüz bin dolar tutuşturularak karga tulumba gönderildi takımdan. Beşiktaş forması ile en çok sahaya çıkan yabancı oyuncu unvanını da halen elinde bulunduran Ronaldo futbol hayatına Ege'nin karşı kıyısında, Aris'te devam ediyor.


Oscar Cordoba
Luce'nin Beşiktaş'a kazandırdığı en büyük değerlerden biri olan Cordoba, 4 yıl terlettiği formasını büyük acılar içinde terk etti. Galatasaray'a kaptırılan şampiyonluk sonrası şike yaptığı iddia edildi ve kariyeri boyunca en çok formasını giydiği takımdan kalbi kırık bir şekilde ayrıldı.

Çoğu zaman kaleci mi son adam mı olduğu anlaşılamayan, tekniği yüksek (ki bir dönem Sergen'den sonra takımdaki en teknik adamdı) cesur ve degajları ayağa giden (Chelsea galibiyetini hatırlayalım) bu enteresan kaleci emekli olduğu güne dek milli takım formasını sırtında taşıdı.

Beşiktaş'tan sonra Antalyaspor ile anlaştı. 2007 sezonu sonunda emekli olduğunu açıkladı ama hemen ardından ülkesinin Deportivo Cali takımı ile anlaştı. 2009 yılında ise nihai emekliliğini açıklayan Cordoba şu anda ülkesinde TV programlarında boy göstermekte..

22 Tem 2010

Hayata Siyah Beyaz Bakmak..

Cefakar "Toon Army"
+Welcome to the toon.
-What's the toon?
-It's where the Geordies live.
+What's a Geordie?
-Someone who lives in the toon.

Scout Glenn Foy ile genç Meksikalı Santiago Muñez arasındaki bu diyalog [Goal! The Dream Begins] İngiltere’nin kuzeyinde yaşayan halkın, kendilerini adanın geri kalanından ayıran özelliklerini en sade şekliyle ortaya koyuyor aslında.. Halkın 1892 yılında doğan aşkları da bir başka haliyle..

Newcastle United, Newcastle East End ve Newcastle West End adlı iki yerel takımın birleşmesiyle doğan bir takım.. 1950’lerde ligde fırtına gibi esen, 1980’lerde düşüşe geçen, 90’larda ise “tanrı”ları ile yeniden kendini bulan ekip, son yıllarda “Failure United” olarak anılsa da, ligin en büyük 3. stadyumu olan St. James’ Park her maç doluyor. Toon Army bu takımın siyahına da aşık beyazına da.. Takımın son büyük başarısını 1969 yılında kazanmış olmasının hiçbir önemi yok. Takımın önceki sene Coca Cola Championship’e düşmesinin seyircileri etkilememesi de, 2008-2009 sezonunun son maçında, Villa Park’ta takımın küme düşmesi kesinleştikten sonra “Proud to be a Geordie! We will support you ever more!” pankartının açılması da bundan kaynaklanıyor.. Bu “başka türlü sevgi”den..

Takımın başına ne geldiyse yönetimlerinden geldi aslında.. Yapılan hatalı transferler, tutarsız uygulamalar ve iç çatışmalar yüzünden ligde iki ayrı dönemde zirveye oynayan ekip tarumar oldu. İlk Keegan dönemi (1992-1997) ve rahmetli Sir Bobby Robson döneminde (1999-2004) “rüya gerçek olacak” dediysek de [özellikle 94-97 ve 2002-2004 arası] mutlu sona hiç ulaşamadı Newcastle United.

İt dalaşı!
Özellikle sorunlu oyuncuların transferleri bunda büyük pay sahibi oldu. Bir takımda toplanabilecek en problemli isimler bir araya getirildi. Leed United’ın serseri tayfası Bowyer, Woodgate ve Smith ayrıca Bellamy, Barton ve Dyer gibi isimler sürekli sorunlar çıkardı. 2005 yılında Lee Bowyer ile Kieron Dyer’ın saha ortasında birbirlerini parçalamaları sürpriz değildi kısacası. Guivarc'h, Titus "Tractor" Bramble, John Dahl Tomasson, Hugo Viana, Jean Alain Boumsong, Albert Luque, Scott Parker gibi isimlere harcanan para ve bir türlü verim alınamaması da cabası.

2007’de Ashley’nin takımı satın alması, taraftarlar arasında “zengin bir Newcastle United fanatiği iş adamının her şeyini takımına adayacağı” fikriyle iyi karşılanmıştı. Ashley deplasmanlarda uğurlu “17” numaralı formayla taraftarların arasında maç izlediği bile olmuştu. “King Kev”i takımın başına getirmesinin ardındansa herkes “tamam bu iş” demişti.

Maalesef olaylar tam aksi yönde gelişti. Ashley, kulübe görüp görebileceği en karanlık günleri yaşattı. Kastım sportif başarısızlık değil.. Tamam, takım sportif açıdan da rezalet günler geçirdi ama maddi olmayan değerlerin zarar görmesi daha acıydı..

Mike Ashley’nin takımın sportif direktörlüğüne Dennis Wise’ı ataması verdiği onlarca berbat kararın içinde belki de en kötüsü oldu.. Kabusun başlangıcı olarak kabul edilen döneme ve sonrasına kısaca bir göz atalım..

Derek Llambias isimli zat peydahlanıverdi bir anda. “PR yapacağım diye göz çıkarma sanatı”nda ne kadar başarılı olduğunu cümle aleme kanıtladıktan sonra Dennis Wise çıkageldi. Önce King Kev ile atıştı, ardından Kev’in “satılmasın” diye rapor verdiği James Milner’ı Villa’ya verdi. Herkes Ashley’nin Wise’ı kesip biçeceğini beklerken “ben bir iş adamıyım ve karlı bir alışverişi değerlendirmek durumundayım,” açıklamasıyla şoke oldu.

Sonra Kevin Keegan istifa etti, takımla davalık oldu, (Keegan’ın istifa mektubunu vereceği bir muhatap bile bulamadığı konuşuldu o günlerde) Keegan’ın yerine gelen Kinnear takımdaki hemen herkesi idmanlarda sakatladıktan sonra kendini de sakatladı ve geçirdiği kalp spazmının ardından görevinden ayrıldı.. Takımın “serbest düşüş”ü sürerken gider kalemlerini kısmak adına birçok isim satış listesine konuldu. Son umut olarak Alan Shearer’ı takımın başına getiren yönetim, Shearer 8 maçtan ancak 5 puan çıkarabilince çaresizce kaderine boyun eğdi. 4 sezonda 4 kaptan, 5 de teknik direktör değiştiren bir takımın bu kaderden kaçması mümkün değildi zaten..

Eski güzel günlerden bir kare..
Solda tribün şöhretlerinden "Beefy", sağda Mike Ashley..
Tepkiler çığ gibi büyüdü. Ashley, “Ailemin Newcastle’da güvenli bir hayat sürmesi mümkün değil,” dediğinde ise film koptu. O zamana kadar kendini tutan taraftar bu son damlayla işi kulüp binasını basmaya kadar vardırdı. Kolay değildi, zira takım küme düşmüş, en iyi oyuncular satılmıştı. Alan Shearer ve King Kev efsanelerinin adları lekelenmiş, üstelik taraftar da basın önünde vandal ilan edilmişti. Hepsinin ötesinde takımın sahibi, taraftarın aşkını karşılıksız bırakmış, siyah beyazlı ekibe sadece bir “kar merkezi” olarak baktığını bizzat kendi ağzıyla açıklamıştı. Saksağanların yaklaşık 120 yıllık evi olan stadyumun kağıt üzerindeki adı değişmiş (sportsdirect.com St James' Park Stadium) hatta, doğu tribünü üzerindeki NEWCASTLE UNITED yazısının sökülüp Ashley’nin şirketi olan Sports Direct yazılacağı bile gündeme gelmişti..

Şahsen bu dönemde canımı en çok yakan şey takımın sembol isimlerinden ve İngiltere liglerinin en iyi kalecisi diyebileceğim Shay Given’ın “we are shit and i’m sick of it” diyerek takımdan ayrılması oldu.. Bu olay inançların tükendiğinin, umutların heder olduğunun kanıtıydı adeta..

Tarihi bir yönetim felaketine imza atıp kulübü bir an önce elinden çıkarmaya çalışan Ashley ise 130 milyon GBP’den açtığı fiyatı 80 milyona çekmesine rağmen müşteri bulamadı. Bir dönem Arap müşteriler olduğu söylentileri çıksa da hemen ardından Mike Ashley’nin “müşteri”lerine verdiği randevuları iptal ettiği, hatta iptal bilgisi bile vermeden otel lobisinde saatlerce beklettiği söylendi.

Şimdi, Ashley geri planda duruyor ve işler göreli olarak iyi gidiyor. Michael Owen, Oba Martins, Sebastien Bassong, Habib Beye, Damien Duff gibi yüksek maaşlı ama düşük verimli isimler takımdan ayrıldı. Finansal açıdan sıkıntılar azaldı, genç oyuncular kendilerini gösterme şansı buldu. Peter Lovenkrands ve “Genç Andy” (Carroll) gerçekten çok iyi iş çıkardı. Savunmanın göbeğinde oynayan Taylor arka tarafı topladı. Jonas “Spidey” Gutierrez ve Fabio Coloccini gibi isimler tecrübeleriyle takıma destek oldu. Takım, gol ve puan rekoru kırarak Championship’te şampiyon oldu.

Hayata siyah beyaz gözlerle bakan bu taraftar çok acı çekti.. Şimdi ise takım tekrar ait olduğu yerde, Premier League’de.. Ama bence tünelin ucu hala karanlık.

Ashley’nin, “zarar etmemek” adına transfer yapmaktan kaçacağı açık. Temmuz ortasına geldik, açıklanan tek transfer Nottingham Forest’tan alınan savunma oyuncusu James Perch.. Hughton Championship’te harika iş çıkardı ama kısa süren Tottenham macerası dışında Premier League tecrübesi yok. Barton ve Smith takımda hala sorun çıkarıyor.. Takımın iki iyi ismi Taylor ile Carroll idmanda kavga etti ve gelecekleri belirsiz. (Kavga haberi kulüp tarafından yalanlandı ama aynı idmanda Carroll çenesinden, Taylor ise elinden sakatlandı.. Çok ilginç..) 2010-2011 sezonunda İlk 10’u başarı olarak kabul edeceğim..

Yine de aslanlı lig seni özledi be saksağanım! Evine hoş geldin!!